Korsika’yı ‘keşfedip’ yılda bir kez gitmeye başlayınca bu şarapların inanılmaz bir özelliği olduğunu gördüm. Bildikçe, tanıdıkça, içtikçe insan usanmıyor bu şaraplardan. Özellikle de beyaz ve rozelerden
Sizce ilk bakışta mı âşık olunur, zaman içinde karşınızdakini iyice tanıyıp ilişki geliştikçe mi?
Soruyu soran benim ama hazır bir cevabım yok. Herhalde kişiye göre de değişir, yaşa göre de. Genelleme yapmak zor. Bazı insan da hiç âşık olmaz tabii ki. Ya ihtiyaç duymaz ya da kısmeti kapanmıştır.
Ben şarabın da öyle olduğunu düşünüyorum. Lise yıllarında azar azar şarap denen mereti tatmaya başladım ama âşık olduğumu hatırlamıyorum. Tam tersine. Genellikle kızlara ayıp olmasın ve onlar içiyor diye ağzımı burnumu ekşiterek içtim.
Arada sırada içtiği bir şaraptan bahsederken abartılı yüz ifadeleri kullanan, bana göre şarap snoblarını gördüğümde “When Harry Met Sally” (Harry Sally İle Tanışınca”) filminin harika bir sahnesinde, lokantada Billy Crystal’in canlandırdığı erkek arkadaşı Harry’nin kibrini kırmak için orgazm taklidi yapan Meg Ryan’ın harika oynadığı Sally karakteri gibi hissettim kendimi.
Yani kendilerini sofistike göstermek ya da karşı tarafı özendirmek için bir nevi ‘rol’ kestiklerini düşündüm bu insanların.
Nasıl başka şekilde düşünebilirdim ki?
İçtiğim şaraplar iştahımı kabartmak şöyle dursun, neredeyse midemi bulandırıyordu.
Meğer kusur bende değil, 70’li yılların Türk şaraplarında ya da Türk şarapçılığında imiş.
Herhalde üniversite yıllarında yurt dışına çıkmaya başlamasam, bugün hiç içki içmezdim ya da rakıcı olurdum.
Ama şarap aşkım öyle yavaş yavaş falan gelişmedi.
Okuyarak ve işin teorisini öğrenerek de gelişmedi.
1979 senesinde lisansüstü eğitim için Kaliforniya’ya gider gitmez içimdeki potansiyel birden ortaya çıktı.
Amerika’ya gittiğim ilk yıllarda kız arkadaşlarım hep Türk oldu. Peder “Bizim oğlan yerli gül koklar hep” diye dalgasını geçerdi.
Şarapta da öyle oldu. Amerikalı’ya değil, Fransız’a gönlümü kaptırdım.
Kaliforniya’da okuyordum ve devamlı Napa ve Sonoma ziyaretleri yapıyorduk ama ben ilk kez iyi bir Fransız şarabını denediğim zaman başımdan aşağı kaynar sular akmış gibi oldu ve sırılsıklam âşık oldum.
Bu ilk göz ağrısı benim için o zaman epey pahalı olan
12 dolarlık 1982 Henri Jayer Bourgogne idi.
O zamandan bu yana epey zaman geçti.
Artık 26 yaşında çiçeği burnunda tıfıl bir delikanlı değilim.
Artık kolay kolay ilk bakışta âşık olmuyorum. Olamıyorum.
Biraz zaman geçmesi ve karşı tarafın özelliklerini iyice tanımanız, elinize alıp usulca ama kararlı şekilde evirip çevirmeniz, kokusunu doya doya içinize çekmeniz, usul usul dilinizi değdirmekle başlayıp balıklama şekilde ama ön yargısız, dibi belirsiz bir karanlığın içine dalmanız gerekiyor.
Şaraptan bahsediyorum, kimse yanlış anlamasın!
Yöresel mutfaklarla harika gidiyor
Benim için bu yeni maceraların çoğu hayal kırıklığı ile bitiyor.
Şu günlerde çok popüler olan Şili başta olmak üzere Latin Amerika’nın sıcak iklim ürünü hantal ve marangoz atölyesi kokulu şarapları, İtalyanlar’ın kendilerinin içmeyip başkalarına yutturdukları şahsiyetsiz Pinot Grigio’larının pek çoğu ve (Grange hariç) Parker’in
95 üstü puanlar verip beni güldürdüğü reçelimsi Avustralya Şirazları gibi...
Ama zaman zaman da yeni maceralar başlıyor, Korsika şarapları gibi.
Bu şaraplarla ilk kez Paris’teki Chez Michel gibi bazı bistrolarda tanıştım.
Sonra Amerika’da Kermit Lynch’in ithal ettiği Antoine Arena’nın kırmızı ve beyazlarını tattım.
Âşık olmadım ama sempati duydum; bu mineralite açısından zengin, asiditesi biraz düşük, meyvemsi, damakta oldukça dolgun ve belli bir derinliği olan şaraplara.
Ama tam bir yargıya varmadım, varamadım. Fransız Bourgogne, Bordeaux, İtalyan-Piemonte, Almanya-Mosel ve Avusturya-Wachau şarapları gibi soframın demirbaşları olmadı bu şaraplar.
Son dört-beş senedir bu durum değişmeye başladı.
Korsika’yı ‘keşfedip’ yılda bir kez gitmeye başlayınca bu şarapların inanılmaz bir özelliği olduğunu gördüm.
Bildikçe, tanıdıkça, içtikçe insan usanmıyor bu şaraplardan. Özellikle de beyaz ve rozelerden.
Tam tersine daha yakından tanımak istiyorsunuz onları.
Ayrıca yöresel mutfakla da harika gidiyorlar.
Pek çoğu Vermentino üzümünden yapılan beyazlar, kabuklu deniz ürünleri için biçilmiş kaftan.
Rozeler sadece salatalar ve sebzeler değil Korsika’nın harika şarküteri ürünleri ve pastorize edilmemiş sütten ve bizde eşi menendi bulunmayan keçi ve koyun sütünden peynirleri ile birlikte adamı nirvanaya taşıyor.
Kırmızılar ise tek başına içildiğinde insanı pek etkilemese bile rustik olarak tanımlayacağım yöresel et yemekleri ile birlikte harika. Özellikle de keçi-koyun ve meşhur Korsika danasından güveçte yapılan ve ağır ateşte usulce pişen ev yemekleri. n
Haftaya yazımda Korsika’nın en sevdiğim beyaz, roze ve kırmızı şaraplarını sizlerle paylaşacağım.
Tebrikler MenuPort
Zayıflamak istiyorsunuz. Kalori sayıyorsunuz. Sahanda sucuklu yumurta mı ısmarlarsınız? Izgara tavuklu sandviç mi? Yoksa ızgara sebze ve hellim salatası mı? Sizi bilmem ama benim ilk reaksiyonum şu: sahanda sucuklu yumurta ağır ve herhalde kalorisi yüksek. Yağsız hellim ve ızgara sebze ya da lezzet fakiri olsa bile ızgara tavuklu sandviç rejim yemekleri.
YANLIŞ!
Kalorisi en düşük olan sucuklu yumurta. 313 kalori. Sade sahanda yumurta sadece 219 kalori.
Izgara sebze ve hellim tam 624 kalori!
Izgara tavuk ise ikisinin arası. 489 kalori.
İster inanın ister inanmayın. Izgara sosis ve patates salatası sadece
392 kalori.
Bütün bunları nereden mi biliyorum? Yeşilköy Atatürk Havaalanı dış hatlardaki MenuPort lokantasının menüsünde hepsi yazıyor.
Biraz düşünürseniz mantıklı. Salata zeytinyağlı. Zeytinyağı faydalı maydalı ama kalori açısından çok zengin. Bol zeytinyağı kullanırsanız bol kalori alırsınız.
Yemeğin “ağır” ya da “hafif” olması ile kalori arasında da basit bir ilişki yok. Devamlı dışarıda yemek yiyen insanların lokantalarda pişen yemeklerde bol (ve genellikle sağlığa zararlı)
yağ kullanıldığı için şişmanlamaması çok zor.
Bu yüzden ben evimde yemek yerken 10 günün dokuzunda eşime gestapo rolü veriyor ve kalori saydırıyorum. Devamlı aç olduğum için de sinirli oluyorum. Faturayı eşim ödüyor! Lokantalarda ise önce Allah’a sonra lokantacıya emanet canım.
Belki bu yüzden MenuPort’u özellikle takdir ettim.
TAV’ın lokanta işletmelerinde çalışanların efendiliği ve iyi eğitim almış olmaları ve “fast food” ortamında bile yemeklerin belli bir düzeyi bulması dikkatimi çekiyor.
Sevimli garsonumuz bana yemeklerin fotoğraflarının yanına kalori miktarını yazmanın sakıncalı olduğunu çünkü birçok müşterinin kalorileri görünce yemek ısmarlamaktan vazgeçtiklerini söyledi. Demek ki dikkatli bakmıyorlar.
Diyelim ki canınız makarna çekti. 805 kalorilik ve içinde et olmayan acı domates soslu penne Arabiata yerine 350 kalorili spaghetti Bolonez ısmarlarsınız olur biter. Günde iki kadeh şarap hakkınız da baki kalır (hanım bir bardak şarap 150 kalori diyor, onun yalancısıyım).
Peki ben ne yaptım?
Yolculuk Almanya’ya idi ve sosisin kalorisinin yüksek olmadığını öğrenmiştim.
Öyleyse sabahın köründe fırında peynirli çıtır simit ile (323 kalori) ve Türk kahvaltı tabağını (782 kalori) ısmarlamamak için bir neden kalmamıştı. Özellikle bunları Evrim ve Ömür ile paylaşırsam aşağı yukarı güne 600 kalori ile başlıyordum ve THY’nin maalesef kalitesi iyice güneye giden öğle yemeğini yemekten kurtulmuş oluyordum. İyi ki öyle yapmışım. Kahvaltı tabağı bayağı iyi idi ama simitin
tam çıtır olduğunu söyleyemem. Biraz daha pişmesi gerekirdi. Akşam da Wiesbaden’de kalori açığımı kapattım. Neyle mi? Onu da siz tahmin edin!