Vedat Milor

Vedat Milor

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Korsika’da bir hafta


Ailecek tatile gittiğimiz Korsika’da bir hafta geçirdik. Son günümüzde kızım bana sordu: “Niye buraya her yaz gelmiyoruz?”


Jean François Albertini müthiş bir adam. Genellikle kendi ezgilerini kendi besteliyor. Abisi ile birlikte. Ama şu anda elinde gitarı, dünya müziğinin gelmiş geçmiş en büyük ustalarından birine olan sevgi borcunu ödüyor:
“Dans le port d’Amsterdam
Y des marins qui boivent
Et qui boivent et reboivent
Et qui reboivent encore
Ils boivent a la sante des putains d’Amsterdam”
(Amsterdam limanında devamlı kafayı çeken denizciler var. İçiyorlar, içiyorlar... Amsterdam fahişelerinin sağlığına kadeh kaldırıyorlar)
Büyük sanatçılar toplumda dışlanan marjinal kesimlerle çok rahatlıkla gönül bağı kurarlar.
Jean François Albertini adı Korsika ile özdeşleşmiş. Onun başını çektiği I Muvrini grubu genellikle bu gizemli adanın folk geleneğini ezgileri aracılığı ile evrensel boyutlara taşıması ile tanınıyor. Ada sakinleri tarih boyunca hem hırçın doğa şartları hem de yabancı işgaller ile mücadele etmiş ve içlerine gömdükleri acılar ya da dile getirmeye bile çekindikleri gizli umutlar daha çok türkülerinde ifade bulmuş. Bu kesimin içinden gelen Jean François, Amsterdam limanında demir atmış ve fahişe sevgilisini özleyerek sarhoş olan gariban tayfalar ile çok kolaylıkla özdeşleşebiliyor.

Haydi çocuklar sahneye
Korsika adasının kuzeyindeki L’Ile Rousse kentindeyiz. I Muvrini grubunun verdiği açık hava konserini izliyoruz.
Sadece marjinal kesimlerle değil, çocuklarla da çok rahat ilişki kuruyor Jean François.
Konserin bir anında bütün çocukları sahneye çağırıyor. Çocuklar için özel davullar geliyor sahneye. Bırakınız Adalı ve Fransız veletleri, benim 7 yaşındaki kızım bile sahneye fırlıyor ve dans etmeye başlıyor. Jean François onun kadife yanaklarından güzel bir makas alıyor.
I Muvrini konseri ailecek Korsika’da geçirdiğimiz haftanın son günü. 15 Ağustos Pazar. Dini açıdan kutsal bir gün. O gün bütün işletmeler kapalı. Örneğin eşim çok istemesine rağmen açık kuaför bulamıyor ve gerek akşam yemeği gerek de konsere denizden çıkmış haliyle ve “dağınık” saçı ile gitmek zorunda kalıyor.
Tabii bizim hanım hâlâ Türkiye’nin etkisinde. Burada dış görünüş ile ilgili belli normlar var. Bu normların dışına çıktığınız zaman da bir bedel ödüyorsunuz.
Korsika farklı. Kimse kimse ile bu anlamda ilgili değil. İnsanlar kendilerini başkalarına beğendirmeye çalışmıyor. Herkes rahat. Plajdaki “topless” kızlara bile kimse bakmıyor (ben hariç).
Daha doğrusu insanlar birbirleri ile ilgili. Ama başka anlamda. Misafirperverlik anlamında.
Adaya ayak basar basmaz daha Hertz oto kiralama ofisinde karşılaştığımız güleryüz ve küçük yardımlar son ana kadar devam ediyor. Korsikalılar laftan çok yaptıkları işle kendilerini gösteriyorlar.

Ailenin bir ferdi gibi
Ailecek oldukça ehven fiyatla iki yıldızlık bir küçük otelde kalıyoruz. A Pasturella.
Odalar basit döşenmiş ama konforlu. Karyola rahat. Banyo tertemiz ve küvet var.
Kaldığımız, deniz kıyısındaki L’Ile Rousse kentine 6 kilometre mesafede olan Monticellu kasabasının konumu ve taş evler bizim Kaz Dağları’nı andırıyor. Odamızın önünde kah-valtı edilecek güzel bir teras var. Beride de dağ ve mavi deniz. Gök mavisi ile deniz mavisi birleşiyor, aradaki sınır kayboluyor.
Otel tam bir aile işletmesi. Türkiye’deki sizi gülerek karşılayıp daha sonra “Ne halin varsa gör” diyen, buranın beş misli pahalı sözüm ona butik oteller gibi bir yer değil burası. Bir şeye ihtiyacınız varsa siz dile getirmeden onlar yardımınıza koşuyor. Örneğin gece yarısını epey geçmiş bir saatte otele geldiniz ve otelin önündeki meydanda park yerleri dolmuş. Otel sahibinin iki oğlundan biri hemen kendi arabasını çekiyor ve size park yeri açıyor. Üstüne üstlük sizin yorgun olduğunuzu fark edip arka koltukta mışıl mışıl uyuyan kızınızı da üçüncü kattaki odanıza kadar bir akraba şefkati ile taşıyıp yatağına usulca yerleştiriyorlar.
Tabii bir bahşiş beklentisi söz konusu değil. Ailenin bir ferdi gibi davranıyorlar size.

Şarküterisi ile ünlü
İşin en ilginç ve zevk veren tarafı da Monticellu kasabasında aylak aylak dolaştığınız zaman sanki artık modern ve globalleşmiş dünyada var olmayan bir zaman ve mekan dilimine geçmeniz. A Pasturella’nın bulunduğu meydan, küçük kasabanın merkezi. Herkes otelin verandasında toplanıyor. Üç ayrı kuşak bir arada. Erkekler genellikle meydanda ve bu iş için ayrılmış özel bir alanda Fransızların ünlü oyunu “petanque” (boules) oynuyor. Oyun sırasında yapılan karşılıklı nükte ve şakacıktan atışmaları izlemek ayrı bir zevk.
Seyirci kalmak zor. Bir-iki kez seyrettikten sonra bizi fark eden orta yaşın az üstünde bir bey yanıma gelip beni de oyuna davet ediyor. “Bu işi beceremem, hiç oynamadım” demem de mazeret kabul edilmiyor.
Buranın kültürü katılımcılığa dayanıyor. Yıldız olmak önemli değil. Katılmaya niyet etmek önemli olan.
Petanque oynamayan erkekler A Pasturella’nın verandasında bizim rakıya benzeyen “pasteque”lerini yudumluyorlar. Hanımlar daha çok bölgeye özgü bir tatlı şarap olan “Cap Corse” ya da köpüklü misket üzümü şarabı ısmarlıyor. Çocuklar da etrafta koşuşturuyor. Amerikalı çocuklar gibi kola değil, taze sıkılmış meyve suyu içiyorlar.
Aperitifler içilirken enfes zeytinler ve şarküteri ürünleri geliyor önümüze. Korsika şarküterisi ile ünlü.
Akşamüstleri otelin keyfini çıkarıyoruz, gündüzleri ise bütün günümüz L’Ile Rousse kentindeki A Siesta plaj ve lokantasında şezlonglarımıza uzanıp güneşlemek ve denize girmekle geçiyor.

Büyük porsiyon midye
Gerek A Siesta gerek de A Pasturella mutfak işine önem veriyor. A Siesta’nın mönüsü daha çok deniz ağırlıklı. Pizza ve makarnaları ucuz ama vasat. Buna karşılık deniz ürünleri taze ve çok iyi. İsterseniz önünüze günün taze balıklarından oluşan bir balık tepsisi getiriyorlar. Balığın dublörünü yemiyorsunuz burada. Seçtiğiniz balık gözünüzün önünde tartılıyor ve fiyatı belli. Tuzda sinarit (denti) ve fırında lipsoz (chapon) nefis. 10 avroya gelen midye yemeği de inanılmaz cömert bir porsiyon. Deniz temiz olduğu için midyelerde ağır metaller (kurşun) bulunması tehlikesi yok. Midyeleri tatlı şarap, krema ve domatesli nefis bir sos ile pişiriyorlar. Sos o kadar lezzetli ki yanındaki patates kızartmasını kuru yemektense sosa bulayıp son damlasına kadar silip süpürüyorsunuz...
Çok da güzel tatlıları var. Özellikle de “isula” adını verdikleri alt kısmı fıstıklı turta üst kısmı krem brüle olan tatlı o kadar lezzetli ki yemek öncesi göbeğimi okşayıp “Bugün tatlı yok” dememe rağmen her öğlen dayanamayıp bir tane daha ısmarlıyoruz. Günlük yaptıkları için de tatlı hep taze.
A Siesta aile işletmesi. Baba Monsieur Andre, eşi Babette ve 20’li yaşlarda olan Angela ve Julien.
Son günümüzde bize bir şişe şampanya ikram ediyorlar yemekte. İkinci bir sürpriz olarak da beni, Türk olduğunu söyledikleri ve yıllardır müşterileri olan bir beyle tanıştırıyorlar.
Garo Yeresyan bey Ermeni asıllı. 13 yaşından beri ülkesinden uzakta kalmış. Belki hayatının çoğu yurtdışında geçmiş ama içindeki vatan sevgisi ve İstanbul aşkı hiç körelmemiş. Gerçek bir İstanbullu o.
16 yaşındaki sevimli kızı soruyor: “Baba bizi neden İstanbul’a götürmüyorsun?”
“Benim hatam kızım, yakında telafi edeceğim” diyor kanımın daha ilk görüşte kaynadığı Garo bey.
Benim Ceylan da babayı sorgulayan kız korosuna katılıyor:
“Baba neden her yaz buraya gelmiyoruz?”
“Annene sor” diyorum.