Vedat Milor

Vedat Milor

Tüm Yazıları

Bir numaralı et lokantası


Şu hafıza denen mahluk gerçekten çok gaddar. Zaman zaman insanı mest etse de genellikle acı çektiriyor. Özellikle de yeme içme alanında.
Bazılarının bazı duyuları doğuştan özellikle hassas ve ortalama insandan farklı olur. Koku ve tat alma duyuları da pek eşitlikçi biçimde paylaşılmaz insanlar arasında. Kimisi bunlardan nasibini pek almaz, diğeri ise doğuştan kabiliyetlidir.
Eğer bu ikinci grubun üyesiyseniz... Bu duyuları geliştirme şansı bulmuş bir kimseyseniz... Belli bir yaşa gelmişseniz ve hafızanız kuvvetliyse bir yandan acı çekersiniz, öte yandan derdinizi kimseye anlatamazsınız.
Acı çekersiniz çünkü geçmişin birçok lezzetini günümüzde bulamazsınız. Örneğin pazardan 15 kağıda o hem lezzeti hem görünüşü kirazdan çok eriği andıran Napolyon kirazlarını alsanız, sonra da “Nerede çocukluğumun Sapanca’dan gelen ‘dalları bastı’ kirazının lezzeti” deseniz, insanlar bön bön yüzünüze bakar. Çünkü ya o bahsettiğiniz lezzeti bilmezler ya da tatmışlardır ama hafızalarından silinmiştir veya tat alma duyuları körelmiştir.
Her toplumda bu ikinci kategoriye giren insanlar çoğunluktadır. Hava kirliliği, kokulu sabunlar, deodoranlar, suni kokular falan derken zaten bizlerin de koku alma duyusu giderek körelmektedir. 

Kaybolan tatların acısı
Bir zamanlar, çiftleşme dahil, birçok önemli kararı koku alma duyusu yardımıyla veren biz faniler giderek sterilize edilmiş bir ortamda yaşayıp büyüdüğümüz için doğal-gerçek kokular ve lezzetler ile manipüle edilmiş suni lezzet ve kokuları ayırt etmekte giderek zorlanan yaratıklar haline geliyoruz.
Bu durumda, yeme içme alanında sunum, görünüm ve estetik kaygılarının “gerçek” koku ve lezzetlerin yerini alması doğal tabii.
Hakikat bu olunca belki de koku ve damak duyuları fazla gelişmiş ve hafızası güçlü biri olmamak ehvenişer. Hiç olmazsa insan acı çekmez. Gençse zaten kaçırdığının farkında değildir ve kaybolan lezzetleri ona anlatmak doğuştan gözleri görmeyen birine Boğaz’ın (çirkin yapılar öncesi) güzelliğini anlatmak gibidir. Yaşlıysa da, en azından, hayattaki dertleri arasına bir de “kaybolan tatlar”ın acısı eklenmediği için mutludur o kişi.
Ancak ülkemizde yukarıda bahsettiğim duyuları gelişmiş ve hafızası güçlü çok insan var hâlâ. Et ve Beyti deyince bu kimselerin gözleri faltaşı gibi açılır, ağızları sulanır ve ağızlarından şu kelimeler dökülür: “Ah, gençliğimin Küçükçekmece Beyti’si. Ne etlerdi onlar!”
“Ya şimdiki, Florya’daki Beyti’yi nasıl buluyorsunuz?” diye sorduğunuz zaman iki farklı cevap alırsınız bu lezzet ve koku avcılarından. Kimi “Nerede eski Beyti!” der, diğerleri ise “Hâlâ bir numaralı et lokantası burası” diye cevaplar sorunuzu. Ben ikinci grup gibi düşünüyorum. Yani kebapçıları saymazsak, et lokantaları arasında şu anda İstanbul’da Beyti’nin eline su dökecek bir yer bilmiyorum.
Öte yandan birinci grubun demek istediğini de anlıyorum ve onlara hem hak veriyor hem de vermiyorum.
Hak veriyorum çünkü artık gençliğimizin kuzu etlerini bulmak çok ama çok zorlaştı. Eski Beyti’de isteseniz de vasat üstü yiyemezdiniz. Mutlaka harika yerdiniz. Şimdiki Beyti’de vasatın biraz üstü yemek mümkün. Ama şahane yemek de mümkün.
Nedeni basit. Tıpkı deniz ürünlerinde olduğu gibi kuzu etinde de mükemmel kalite istisna. Ama hâlâ var.  Söz konusu et olunca da Beyti neredeyse bir tekel gibi. Hâlâ en mükemmel kuzu onlara geliyor. Bunun yanında daha standart ürünler de geliyor.
Peki mükemmel eti kimler yiyor Beyti’de? Yiğidi öldür ama hakkını yeme. Ömrü uzun olsun, belli bir yaşa gelmiş ve haklı bir şöhrete kavuşmuş Beyti Güler’in artık reklama ihtiyacı yok. Mahdumları Ahmet ve Cüneyt beyler de işlerinin başında ve gerçek yeme içme sevdalıları.

Tatlılara da diyecek yok
Bu insanlar için müşteriler arasındaki ayrım para, şöhret, mevki farkından çok damak zevkinden geçiyor. Onlar sizin vasatla iyi ve çok iyi arasındaki farkı bildiğinizi ve Beyti’nin etin en mükemmelini bulmak için verdiği günlük mücadeleyi takdir ettiğinizi anlasın yeter. Arkası geliyor. Enfes bir ziyafet bekliyor sizi.
Neler mi? Önce klasik meze tabağı. Suböreği özellikle takdire şayan. Sonra fırında ağır ağır pişmiş ve pişer pişmez iç pilavla sunulan kuzu kolu. O kadar enfes ki bunu yerken Beyti’den iki misli pahalı lokantalarda önceden pişirilip sonradan sipariş üstü ısıtılmış kuzu tandırları düşünüp bu sosyetik lokantalar adına utanç duyuyorsunuz.
Beyti’nin dönerinin üstüne döner yok İstanbul’da (İskender kebapları ayrı kategoride tutuyorum). Keza ev yapımı sucukları için de aynı şeyi iddia edebilirim.
Tereyağlı pilav ve patatesli ıspanakla sunulan kuzu pirzola da çok iyi pirzola yenen İstanbul’da yediğim en iyi pirzola.
Yanında patlıcan beğendiyle sunulan köfte, biber ve domates ızgara ile gelen kuzu şiş ve ızgara sebzelerle sunulan meşhur kuzu sarma “beyti”. Bunlar da çok iyi ama sizi Florya’dan alıp 30 yıl öncesinin Küçükçekmece’sine uzanan hayali bir yolculuğa davet etmiyorlar.
İş tatlı faslına gelince de diyecek yok. Tıka basa doysanız da o güzelim tereyağlı künefe, şekerpare,  gerçek kaymaklı ekmek kadayıf, kazandibi, içi cevizli incir tatlısı gibi güzelliklerden birer lokma almamak mümkün değil.
Bunlara bir de fiyatların uçmadığı ve rakiplerine göre hem şişelerin kalitesi hem de seçenek açısından zengin bir şarap listesini ekleyin. Beyti’ye “türünün en iyisi” sıfatını yakıştırmamak mümkün mü?
Tel: (0212) 663 29 90

DEĞERLENDİRME: *  *  *  *  *