Dağın yamaçlarına yaslanmış onlarca göz ve bu gözlerin ovaya dikilmiş bakışlarıyla karşılaşıyorsunuz cepheden Kayaköy’ü izleyince. Terkedilmiş evlerin pencereleri evvel zamanlardan kalma bir nazarla yukarıdan bakıyor. Bir zamanlar bu evlere ışığını verenlerin ruhları halen oralarda geziyor sanki. İçi boşaltılmış yapıların arasına girip çıkıyor. Rüzgar değdikçe geride kalanların seslerini duyuyor gibi çıkıyorsunuz bugün patikaya dönmüş sokakları. Işığı birbirini kesmeyen evlerin arasında Ege'nin gümrah ağaçlarının rayihalarını duyarak. Her bir hane; terk edeninin arkasından bir ağıt misali metruk duruyor. Uzun süre dikkat kesilince birbirine benzer yapılar hipnotize ediyor. Burası Likyalıların Karmylassos, Rumların Levissi, bugün Türklerin ise Kayaköy dedikleri 5 bin yıllık geçmişini hala sırtında taşıyan kent.
Bugün yalnızca nekropolünden kalıntıların bulunduğu Karmylassos MÖ.3000’lere dayanan bir tarihe sahip. 'Güneş Ülkesi' Likya'nın cazibe merkezi olan yer bugün sanki bütünden bütüne bir nekropol gibi. Ölümle her daim yakın olmuş bu coğrafyada bir cenaze töreni gibi duruyor kentin kendisi. Tarih boyunca ölüler için yapılan ayinler ve mezarlık kültürü bu bölgede de
Yıllarca hakkında bir çok şey duyduğum ve iki kez gitmenin eşiğinden döndüğüm Moskova’ya iner inmez beni kentin merkezine taşıyan taksi ilerledikçe içimden şehirle ilgili iki kelime geçti; ihtişam ve estetik. Büyük bulvarlar, büyük caddelere, devasa binalar, gösterişli meydanlara açılıyor gözünüzün önünden geçen panoramik görüntü kentin dizaynını ilk fırsatta ele veriyor. Eski rejimden kalma düzen ve disiplin anlayışının kentin atmosferine bıraktığı iz sezilirken bir yandan da her şeyin büyütülmüş oranda sunumu Ruslara özgü karakteristik bir özellik olabileceği aklınızdan geçiyor. Mimari açıdan her şeyin görkemli oluşu Moskova’nın temel atmosferini oluşturduğunu anlıyorsunuz.
Soğuk savaş dönemindeki yarıştan hızını alarak büyük ve ihtişamlı görünmenin Moskova’nın giyindiği bir zırh olarak algılamamız mümkün. Bu ihtişama eşlik eden müthiş estetik ise her yapıyı her binayı küçük bir sanat eserine çeviriyor ve bir nevi açık hava müzesinde geziyormuş gibi oluyorsunuz.
Moskova’da ilk önce göze çarpan yapıların başında Stalin’in 7 kız kardeş binası dikkat çekiyor. Sovyet lider Josef Stalin'in emriyle yapılan ve 'yedi kız kardeş' olarak bilinen gökdelenler kentin çeşitli yerlerini
Ayvalık’tan kalkan bir minibüs ya da tekneye atladığınızda birkaç dakika sonrasında sizi Türkiye’nin en şirin adalarından birine taşıyor: Cunda’ya. Yol boyunca gördüğünüz daha boz daha sarı renkler kendini yavaş yavaş yeşile bir nevi zeytin yeşiline bırakıyor. Etrafa baktıkça nesneler git gide kendine özgü bir şirinliğe bürünüyor. Bir süre sonra Türkiye’nin yapılmış ilk boğaz köprüsünden geçiyorsunuz. Burası 1964 yılında Lale Adası’yla Cunda’yı birleştiren ilk boğaz köprüsü. Köprüyü geçtikten sonra artık Cunda’nın yeni renkleriyle başbaşasınız.
Cunda’ya ilk indiğinizde sizi sahil boyunca sıralanmış dizi dizi mekanlar karşılıyor. Denize bakan restaurantların özellikle mavi-beyaz rengin hakim olduğu cezbediciliği göze çarpıyor ve insanı oturmaya teşvik ediyor. Bu restaurantların arasına dondurmacıların sesleri karışıyor. Bir çarşı hengamesinin arasında buluyorsunuz kendinizi. Böylelikle Cunda sizi küçük bir karşılama seromonisi hazırlamış gibi selamlıyor.
Ada sahili klasikliğinde uzanan çarşıyı kısa bir turladıktan sonra birbirine karışan bu yoğun seslerin arasından adını çok kez duyduğum Taş Kahve’ye atıyorum kendimi. İçeri girer girmez bambaşka bir atmosferin içine düşmüş gibi
Bir kadının başka bir kadını gizliden gizliye süzerken kafasından geçenleri hep merak etmişimdir. Boyuna posuna, kıyafetine makyajına, duruşuna karşı bu inceden dikiz bir çok soru işaretini de beraberinde getiriyor. Böylesi anlarda hangi duyguların içeride alevlenip söndüğü, hangilerinin ne kadar dışarıya vurulduğu, terazinin kantarının nasıl işlediği sonsuz bir soru olarak uzayıp gidecek sanıyorum.
İçeriği kadınların eğilimlerine yönelik olan bir site için yazı yazma fikri bende ilk doğduğunda kadının kadını tasvir etmesinin tam karşılayamayacağı unsurlar olabileceği hissine kapıldım.
Tüm zaaflarıyla, hissiyatlarıyla, bedensel ve ruhsal etmenleriyle hemcinsleri hakkında bu kadar bilgiyle donanan kadınların kendilerine karşı hem en büyük dost hem en büyük düşman olma ihtimali çok bıçaksırtı bir konu gibi görünüyor. Koşullar ve ilişkiler bağlamında her an yer değiştirebilecekmiş gibi duran bu çetrefilli mevzu yıllardır süregelen ‘melek mi şeytan mı’ benzetmesini akla getiriyor.
Kendi cinslerine karşı edinilen bu bilgi; eldeki silahın kullanımının hangi durumlarda iyiye hangi durumlarda kötüye olacağı sorunsalını belirginleştiriyor. Gayet tehlikeli sularda yüzdüğümü fark edip aynı