Emekli Deniz Kurmay Yarbay Özhan Bakkalbaşıoğlu anlatıyor: ‘Gelen tekneye baktım, herhalde Rum teknesi dedim. Topçu subayı silahları dağıttı, benim de belime bir silah soktu...
Dost atışıyla batırılan TCG Kocatepe’nin son iki günü gemide yaşananlar gibi, batış sonrasında denizde yaşananlar da son derece trajik ve acı öykülerle dolu. Çünkü sallar üzerinde verilen yaşam savaşında da şehitlerimiz oldu. Hem de çok fazla... Komutan merhum Güven Erkaya’nın bulunduğu salda 21 Temmuz 1974 saat 22.00’de gözyaşları içinde gemilerinin infilak edip, suya gömülüşünü ağlayarak izleyen, dolayısıyla da oldukça zor bir gece geçiren TCG Kocatepe Muhribi’nin Savaş Harekât Merkezi Subayı, emekli Deniz Kurmay Yarbay (o tarihte üsteğmen) Özhan Bakkalbaşıoğlu anlatıyor:
‘Uçak bizi görmedi’
“22 Temmuz sabah oldu, topçu subayı su dağıttı, herkes birer yudum aldı. Şeker ve hap protein de aldık. Öğlen sıralarıydı, üstümüzden bir uçak geçti ama hangi ülkenin uçağı olduğunu anlayamadık. Alçak uçuşla geçmesine rağmen bizi görmedi. Başka da bir arama tarama faaliyeti olmadı. Biz de kürek çekerek, kendimizi kuzeye doğru gittiğimizi varsayarak, bir hareket yaptık. Bunun haricinde de pek bir şey olmadı, fazla konuşma da olmadı. Zaten moral bozukluğu olduğu için konuşacak mevzu da yoktu esasında. Bir de tabii salda komutan var. Hâlâ bahriye âdeti, örfü devam ediyor. Sadece hayallerimizde bazı şeyleri yaşadık. O arada verilen vitamin haplarını yuttuk. Akşamüstü saat 17.30’a doğru kürek vardiyasındaydım. Bir baktım, uzaktan böyle taka gibi bir tekne geliyor. Biz battığımız yeri biliyoruz, nerede olduğumuzu aşağı yukarı biliyoruz ama burada 7 mil güneye akıntı var, bir de rüzgâr 10-15 mil süratle esiyor. Deniz kaba dalgalı, çıkarma bile zor oldu zaten. Lastik bottasınız, sallanma o kadar kötü ki. Gelen tekneye bir daha baktım, direğinde mavi beyaz bir bayrak dolanmış, dalgalanmıyor. ‘Efendim, bir tekne geliyor, herhalde Rum teknesi, mavi beyaz bayrak var’ dedim. Komutan ‘Rütbelerinizi söküp denize atın’ dedi. Hemen rütbeleri söktük, denize attık. ‘Yüzük müzük varsa onları da atın’ dedi. Yüzüğü çıkarma durumuna getirdim ama atmadım. Çünkü o da bir hatıra, 1968 yılından beri duruyor, gelişmelere göre son ana kadar beklemeye karar verdim. Topçu subayı hemen silahları dağıttı, benim de belime bir silah soktu. Dedim ki ‘Bir şey olursa ateş edeceğiz, öleceğiz yani sonuçta ama hiç olmazsa üç dört mermi atarız’...
Tekne yaklaştı. Komutan ayağa kalktı. Komutan da uzun boylu, ayakta durması için iki kişinin tutması lazım. Gemi geldi, durdu fakat bayrağı hâlâ tanımlayamıyoruz. Baktık iki tane yaşlı adam, genç çocuklar var, 18 yaşlarında. Adam önce bir lisanla konuştu, biz o lisanı anlamadık, Rumca zannettik meğer İbranice konuşmuş. Sonra İngilizce konuştu, ‘Siz kimsiniz?’ diye sordu. Komutan ‘Biz Türk askeriyiz. Siz kimsiniz?’ dedi. ‘İsrailliyiz’ yanıtı üzerine de komutan ‘Bizi Türk sahillerine kadar götürebilir misiniz/’ dedi. Adam ‘Götüremem zaten yasak sahaya girdim, kestirmeden Hayfa’ya gidiyorum, ancak sizi oraya götürebilirim’ cevabını verdi. Rodos’tan geliyormuş. Komutan ‘O zaman tamam, tekne bizi bağlasın, çekerek Hayfa’ya götürsün’ dedi. İsrailli de ‘Bağlarsak rahat edemezsiniz’ dedi. Komutan enterne olmak istemiyor, oraya çıktığınız zaman her şeyinizi teslim edeceksiniz ve İsrail makamlarına muhatap olacaksınız. Fakat o kadar dalgalı denizde olmadı tabii... İsrailli kaptan tecrübeli, hemen ‘Silah var mı?’ diye sordu. Komutan da ‘Var’ dedi. İsrailli kaptan teslim etmemizi istedi ama Hayfa’ya gittikten sonra bize geri vereceğini de söyledi. Silahları verdik önce, sonra da tek tek tekneye çıktık. Tekne İsrail balıkçı eğitim gemisi fakat sonra gün içinde dolaşırken gizlenmiş silahları falan bulduk, makineli tüfekler falan hep gizlenmişti. Eğitim gemisi ama aslında istihbarat gemisiydi aynı zamanda acayip bir radarı var, her yeri görüyorsunuz. Kaptan Türkçe biliyor. Sonra Türkçe konuştu, Rus Yahudi’siymiş.
Bizim rütbelerimiz sökük ama bir müddet sonra subaylar belli oldu. Kamarot askerlerimiz vardı, ‘Efendim, bir emriniz var mı?’ diyor. Radyoyu dinliyoruz, Türk-Yunan savaşı çıkmamış. O zaman bizi hangi uçak vurdu? Gemideyken ilk taarruzdan önce şöyle bir konuşma geçti komutan ile aramızda. ‘Üç gemi biz buradayız, iki tane orada ticaret gemisi var. 15 bin feet’ten adam bizi görse konvoy zanneder, taarruz eder’ dedi sanki içine doğmuş gibi. Sonra BBC’yi falan dinledik belki bizim radyo gizliyor olabilir diye. Orada da Türk-Yunan savaşı yok. Yoksa bizi kim batırdı? O zaman anladık tabii. Komutan ‘Şu anda kimseye bunu söylemeyeceksiniz’ dedi. Çünkü kaptandan rica ettik, bölgede bir tur daha attı, iki sal daha bulduk, 42 kişi olduk. O sallardan da iki subay daha geldi, dolayısıyla 6 subay olduk. Komutan subaylara bir kez daha ‘Ankara’ya gidene kadar personelinize bu konuyu anlatmayacaksınız, Türk uçakları olduğunu söylemeyeceksiniz’ dedi. Gemide tıraş olduk, su akıyor devamlı. Herkese içecek su vermediler önce, kesinlikle vermediler. Daha sonra bir yarım saat sonra limonlu çay falan gıdım gıdım, azıcık verdiler çünkü şok tesiri yapıyor suyu içmek. Güneşte fazla kaldıktan sonra lıkır lıkır su içtiğiniz zaman şok ediyor, küt diye gidiyorsunuz. Zaten Ayhan İncekara o yüzden kurtulduktan sonra su içtiği için Berk gemisinde vefat etti maalesef. Doktorun ikazlarına rağmen. Yani adamlar gemide yiyecek, içecek ne varsa bize verdiler.
23 Temmuz saat 13.00 sıralarında Hayfa Limanı’na geldik. Bize geçici pasaport verdiler. İsrailli doktorlar geldi, hepsi Türkçe biliyor, orada çok güzel tavuklu sandviçler, portakal suları verdiler. ‘İlaç lazım mı?’ diye sordular. Doktorlar herkesi tek tek muayene etti. Geçici pasaportlarla otobüse bindirilip oradan Tel Aviv’e gittik, THY uçağı gelip bizi Türkiye’ye götürecekmiş. Önce İsrail vermek istememiş, taraf olmayayım diye, sonra Türkiye’nin baskısıyla uygun görmüşler vermeyi. O arada Türk hava ataşesi geldi gecikmeli olarak, bana saati yanlış söylediler diye. İki karton sigara getirdi personele, halbuki İsrailli kaptan ayak numaralarımızı alıp ayakkabı ihtiyacını bile yazdı ataşeliğe. Ama maalesef lastik ayakkabı bile tedarik edemedi koca Türkiye Cumhuriyeti’nin Tel Aviv’deki büyükelçilik kanalı. 42 tane ayakkabıyı bulamadılar. Ama Lübnan’a giden kafileyi olduğu gibi baştan aşağı Lübnan devleti ve büyükelçilik bir olup üniforma giydirip temiz pak havaalanından Türkiye’ye gönderdiler. Biz yalınayak, başı kabak geldik çünkü can salına ayakkabılı atlanmaz. Bazı makine personelinin üstü yok, sıcakta komutan izin vermişti, ‘Üst fora’ demişti, çok sıcak aşağısı çünkü. Onlar yarı çıplak falan öyle uçağa bindik. Uçakta izzet ikram, hamasi konuşmalar falan. Esenboğa Havaalanı’na indik, bir doktor geldi, ‘Rahatsız var mı?’ diye sordu, ses çıkmayınca gitti. Sonra bir asker geldi, erat kıyafetleri getirdi çıplak olanlara giydirilmek üzere.
İsrailli teknede 42 kişiydik, üç sal... Diğerlerinden dört gün denizde kalan oldu, üç gün kalan oldu. Büyük çoğunluğu da dört gün üç gece kaldı. Tabii dört gün kalanlar büyük ızdırap çektiler, şehitlerimizin bir kısmı da o dönemde yaşandı. Halüsinasyon görüp denize atlayanlar, tekrar sala zorla alınıp bir müddet sonra tekrar ‘Eşim el sallad, ben ayran içmeye gidiyorum’ gibi şeyler... Denize atlayıp, kaybolanlar, şehitlerimizin bir kısmı da öyle, esasında bizim toplam olarak 54 şehidimiz var, 3 subay 14 astsubay, gerisi de er. Ama gemideki şehit sayısıyla denizdeki şehit sayısına baktığınızda, denizde de çok fazla. Bu uzun süre denizde kalmanın ve tente açılmadığı için, bazı personelin üstü çıplak olduğu için, aşırı güneşten... Mesela elektrik subayımız vardı, Mete Üsteğmen, o birinci derece mi, üçüncü derece mi en son yanıkla gitti yani ölüme terk ediyorlardı, adam son anda kurtuldu Gülhane Hastanesi’nde. O kadar yanık çünkü tuzlu sudasınız ve onlar makine bölümünde olduğu için bir de motorine bulandılar. O güneşte tuzlu su ve motorin ne yapar vücudu? Mahveder. Onların bir kısmını Mısır bandıralı gemi kurtardı, bir kısmını Berk kurtardı, birçoğunu İngiliz gemisi kurtardı. Sonra Türkiye İngiltere ile muhaberat kurarak yardım isteyince İngilizler helikopter uçurdular.
Tüm şehitlerimize rahmet, tüm gazilerimize şükran ve saygıyla...
(*) Dünkü yazımızdaki otel adı sehven
Venizelos yazılmıştır, doğrusu Zephyros olacaktır, düzeltiriz.