Koronavirüs salgınının bu yıl bitme olasılığına dönük umutlu mesajlar veren Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) pandeminin yarattığı psikiyatrik rahatsızlıklar konusundaki açıklamaları ise pek iç acıcı değil. Mesela daha geçen hafta duyurduğu verilere göre, Kovid-19 dünya genelinde anksiyete ve depresyonun tekrarlanma sıklığını yüzde 25 artırdı. Yani koronavirüs salgınında virüsün azalan etkisiyle birlikte günlük vaka ve ölüm sayıları inişte ama kayıtlara “en stresli yıl” olarak geçen 2020’deki trend için aynı şeyleri söylemek pek olası değil. Hatta anksiyete bozukluğunda ivme yükseliyor. DSÖ raporunda da bunun temel nedenlerinden birinin, pandemiye karşı alınan kısıtlayıcı önlemler ve sosyal izolasyonun getirdiği yoğun stres olduğu belirtildi. İş yerindeki kısıtlamalar ile insanların aile içinden daha az destek aramaları ve çevrelerindeki dernek ve gruplardaki faaliyetlerinin azalması da etkili faktörler olarak sayıldı. Yine rapora göre yalnızlık hissi ile kişinin kendisi ya da yakınlarıyla ilgili duyduğu enfeksiyon, hastalık ya da ölüm korkusu, ölüm vakaları karşısındaki üzüntü ve mali endişeler de insanların sağlığını olumsuz etkileyen stres faktörleri arasında yer aldı. Dolayısıyla, salgınla birlikte literatüre giren yeni kavram “Koronafobi” de korku dozajının tetikleyici etkisi dahi sorgulanıyor. Bu anlamda da DSÖ’de uzun yıllar görev yapan Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Psikiyatri Profesörü Bedirhan Üstün şöyle diyor:
“Kovid’in bir hastalık olarak yarattığı bilinmezliğin yanında, ilk çıktığında televizyonlardaki Çin’de sokaklarda yürürken pat diye düşüp ölen insan görüntüleri herkeste büyük bir korkuya neden oldu. Onların ekran görüntülerinden çıkıp, kısa sürede herkes için gerçek haline gelmesiyle de panik hepten tetiklendi. Dolayısıyla, bu korku dünya çapında da senkronize olarak beslendi. Belki bu kadar korkutmaya gerek yoktu denilebilir ama hem bilinmezlik hem de toplumu katmak için işte ‘Aşı olsunlar, mesafe ve temizlik kurallarına uysunlar, maske taksınlar’ diye böyle bir şeye girildi. Bu da insanları sıkıntıya soktu. Hâlâ da bu sıkıntı artarak devam ediyor. Anksiyete, endişe vakaları patladı.”
Kovid korkusunun dozu kaçtı anlamında mı?
“Evet. Korkunun dozu biraz başta kaçtı. Bazı insanların zaten var olan endişeleri, korkuları hepten kamçılandı. Mesela, her gün hastalık derecesinde sürekli elini yıkayanlar, haklı olarak yapılan ‘20 saniye mutlaka yıkayın’ gibi önerilerle kendilerine bir gerekçe de buldular ve bu gibi olanların hem oranı hem de el yıkama sıklık ile süreleri daha da arttı. ‘Dışarıda mikrop var, pislik bulaşır’ diye düşünenler yasaklarla ‘Bak, gördünüz mü, haklıymışız’ diyerek tetiklendiler. Hâlâ sokağa çıkmaktan markete gitmekten, asansöre binmekten korkan, eve gelen malzemeleri de uzun süre balkonlarında bekleten insanlar var. Hem de ciddi oranlarda.”
Korkuyu kontrol edemeyen, paniğe kapılan insanların sinir sistemlerinde olağandışı sinyaller geliştiğini belirten Prof. Dr. Üstün devam ediyor:
“Acillere bir gecede 100 hasta geliyorsa yüzde 20’si paniktir yani gerçek değildir. Aciller atlamamak için mecburen EKG çeker, serum takar, sakinleştirici sıvı verir. EKG’de bir şey yoksa da psikiyatrist çağırır. Dolayısıyla, biz çoğu zaman gelenlere ‘Sizinki gerçek bir hastalık değil, otonom sinir sisteminin sizde yaratmış olduğu bir durum’ deriz. Yani otonom sinir sistemi bazen yanlış yangın ihbarı verir gibi durum yapabiliyor. Tabii Kovid virüsünün buradaki dengeyi bozduğu, insanları anksiyeteye, kaygıya sevk ettiğine dair yayınlar da çıkıyor. Kovid iki yönden bozuyor; birincisi, zaten korkulacak bir şey; ikincisi, virüs beyindeki kimyasal dengeyi, solunum dengesini bozuyor. İnsanlar Kovid olunca daha sık soluyorlar. O da kandaki oksijeni azaltıyor, karbondioksiti çoğaltıyor. O zaman anksiyeteye girmek de otomatik olarak kolaylaşıyor. Korkun yoksa da o korkuyu tetikliyor.”
Kısacası, dememiz o ki Kovid virüsü ve salgınla mücadele dünyada tüm dengeleri altüst etti, özellikle de insanların kimyasını fazlasıyla bozdu. Dolayısıyla, virüs kaynaklı iyi senaryo, endemi beklentisi gerçekleşse, yani grip gibi bir duruma gelse dahi yarattığı kitlesel travmanın sonuçları uzun bir süre daha hissedilecek ve tartışılacak...