İzmir’de yaşanan acılardan ne kadar ders aldık göreceğiz ama gerçek şu:
Marmara bir deprem denizi ve altında canlı, aktif bir fay sistemi var. Ve de İstanbul’da korkulan deprem olacak. Dahası, o depreme dönük en iyimser senaryo bile tüyler ürpertici. Ancak biz hâlâ hazırlıklı olmak noktasında garip bir vurdumduymazlık içindeyiz. Üstelik bu sadece binaların dönüşümü açısından değil, her konuda. Örneğin, İstanbul’da 1 milyon 600 bin bina var. Bunun yüzde biri göçük olsa 16 bin bina yapar. Kim, nereye, nasıl yetecek, yetişecek? Yani günün birinde göçük altında kalanı UMKE’nin, belediyelerin ya da STK’ların göndereceği timler değil, komşusu kurtaracak. Peki, bu konuda mahalle örgütlenmesi duyduk mu, hiç böyle bir hazırlık oluyor mu, malzeme var mı? Evet, bir zamanlar konteynerler vardı ama onu da hırsızlar açtı, içindekileri yürüttü. Devam edelim:
Depremde en önemli şey, yangın çıkar. Bu da evlerde çok fazladır ve depremin öldürdüğüne yakın insan da yangından ölür. Şimdi kaç kişi, ben de dâhil, bir tane yangın tüpünü alıp da bir aleve doğru tutup hareket ettirdik? Hangi evde yangın tüpü var, onların kaçı yenilenmiş?
Deprem en büyük çevre felaketini üretecek. Milyonlarca ton inşaat malzemesi, moloz çıktısıyla karşı karşıya kalma durumu söz konusu. Bunun içinde demiri, bakırı her türlü metali var. Bunlar müthiş oksidasyona açık, yani ortaya bırakamayacağınız malzemeler. Bunlar için ne önlemler alındı?
İstanbul suyu nereden alıyor, beş tane barajdan. Bunlar olası bir depreme hazır mı, değil mi? Biz biliyoruz ki bugün bile bazı barajlar denizle istişare halinde. Yani su alıyor, su veriyor.
İstanbul’daki bütün kanalizasyon, arıtma sistemleri... Bunlar depreme hazır mı? Yarın bunlarda olabilecek bir falso nereleri, nasıl kirletecek? İnsanların sağlık sorunu, salgın hastalık durumu ne? Bunları biliyor muyuz?
Deprem kentinde yaşayanlar evlerini döşerken hiç depremi düşünüyor mu? Evler, camlar, kristal avizelerle döşeli, istenen mobilya hoşuna gittiği şekilde yatak odasına konuluyor. Oysa koyamazsın, bunların belli bir şekli, duruşu var.
Ne dersiniz, korkulan o büyük depreme hazırlıklı mıyız?..
Çatlayan toprakların deniz olduğu günler
MİLLİYET’in “Anadolu Kaplanları” güncel versiyonunda Şanlıurfa’yı tanımlayan şu cümleler çok çarpıcıydı:
“Kapsamlı teşvikler, genç iş gücü, bereketli toprakları ile Şanlıurfa, tam bir ‘cazibe merkezi’. Şehir her kaynağı ve bölgesel ulaşım ağıyla yatırımcıyı bekliyor. Şanlıurfa, Türkiye’nin gıda güvenliği için de bir üretim merkezi olmak istiyor. Tarımda teknolojinin kullanılması için tüm paydaşlar aciliyeti dile getiriyor...”
Çünkü bunlar tam anlamıyla nereden nereye dedirten, bir o kadar da hem bölgeye yapılan yatırımlar hem de Şanlıurfalı kaplanların atılımları nedeniyle helal olsunu fazlasıyla hak eden cinsten. Dolayısıyla, 1980’li yılların başlarından itibaren defalarca bölgeye gidip gelmiş bir gazeteci olarak yine eskilere daldık ve Şanlıurfa’nın kuraklıktan çatlayan topraklarını anımsadık. Yani bir damla su için 100-150 metre derine daldırılan boruları ya da yağmur dualarının yapıldığı zamanları... Harran Ovası’nın derinlerinden fışkıran çamurlu suyla nasıl da sevinirdi insanlar. 1983 yılında inşaatına başlanan, 1992’de işletime açılan Atatürk Barajı ise önceleri bir hayal olarak algılanmıştı. Ama Şanlıurfa ile Adıyaman il sınırları arasında planlanan barajın şantiyesindeki dev hafriyat kamyonları birkaç yılda bu hayali gerçeğe dönüştürmüş, Fırat Nehri üzerinde kaya ve toprak dolguyla dünyanın en büyüklerinden bir set oluşturmuşlardı. Baraj havzasının dolumu için Fırat’ın suyunun bir aylığına kesileceği gün yaklaştıkça da Suriye ve Irak’tan kuru gürültüler yükselmeye başlamıştı. Rahmetli Turgut Özal’ın Fırat’a gem vuran kapakları indirdiği 13 Ocak 1990’ı anımsıyorum; dönemin Bayındırlık ve İskân Bakanı Cengiz Altınkaya, “Fırat Nehri ile Harran Ovası’nı nikâhladık” demişti. Sonrasında da ben ve gazeteci arkadaşım Turgay Gözdereliler “Kelek” adı verilen ve otomobil iç lastiği ile tahta parçalarından yapılan ilkel salla Fırat’ın dizginlenen sularında Suriye sınırına kadar maceralı bir yoluculuk yapmıştık. Geride bıraktığımız manzarada ise Fırat’ın gün yüzüne çıkan yatağı ve kayalıklara sıkışan balıkları kapışan köylüler vardı. Savağın öte yakası da malum; zaman içinde su doldu, göl hatta deniz oldu.. Evet, bölgeyi bir ağ gibi ören sulama kanalları gecikmeli gerçekleşti ama suyun birikmesiyle birlikte bölgeye hayat, canlılık geldi, dahası coğrafya değişti. Örneğin, bir zamanlar dağın başı olarak bilinen Siverek bugün feribotun yanaştığı bir liman ilçesi. Terör saldırıları nedeniyle pencereleri tavana yakın yüksek duvarlı karakollar da artık kalmadı. Bir damla suya muhtaç Harran Ovası ise en verimli topraklar. O günlerde kalabilecek iki oteli olan ve Şubat 1990’daki tespitlerimizde kültürel etkinlik olarak tek bir sinemasının kaldığını öğrendiğimiz Şanlıurfa merkezinde ise bugün çok sayıdaki otel, lüks konutlar, AVM’ler ve sinema salonları var. Aslında Şanlıurfa’daki bu gelişmeyi en güzel özetleyen de Anadolu Kaplanları markasının yaratıcısı MİLLİYET’te 14 Haziran 1996’da yer alan şu satırlar:
“1980 sonrasında Türkiye’nin en geri kalmış illerinin başında gelen Şanlıurfa DİE’nin yaptığı araştırmaya göre 1987-1994 yılları arasında yüzde 9.7’lik kalkınma hızıyla Türkiye’nin diğer tüm illerini sollayarak en hızlı büyüyen kent unvanını aldı. Şanlıurfa’da GAP pamuğa dayalı tekstil sektörünü şaha kaldırdı. Mevcut 5 pamuk ipliği fabrikasına bu yıl 20 tesis daha eklenecek. Devletin yarattığı ayak bağını kendi kendine kesen sanayici 2000’li yıllara koşarak gidiyor...”
Ve bugün; bayrak ikinci kuşak kaplanların elinde. Yani Şanlıurfa’da gelişim ve değişim tam gaz devam ediyor...