Türkiye 40 yıl önce bugün sabahın erken saatlerinde tank sesleriyle uyandığında dört yıllık gazeteciydim. Ankara’da mesleğe polis muhabiri olarak başlamış, sonrasında da Akajans’da (Akdeniz Haber Ajansı) sırasıyla siyasi partiler, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık muhabirliği yapmıştım. Dolayısıyla, ülkenin darbeye giden süreçteki o kaotik, karanlık günlerine hem sokakta hem siyasi arenada yakından tanık oldum. Özellikle de 12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerekçeleri arasında gösterilen, ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler ile 6 Eylül günü Konya’da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şeriat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi’ne... Ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, 22 Mart 1980’de ilk turunu yaptığı Cumhurbaşkanlığı seçimini, 114 tur oylama yaptığı halde darbe gününe kadar nasıl sonuçlandıramadığına... Biraz o günleri anımsayalım. Hem gençlerin o günlerdeki durumun vahametini anlaması hem de ülkenin adım adım nasıl darbeye sürüklendiğini görmeleri açısından...
Gerçekten çok zor ve sıkıntılı günlerdi. 70’li yıllarda başlayan sağ ve sol görüşlü gruplar arası çatışma durdurulamaz bir boyuta gelmiş, hükümetler ve devlet müdahalede yetersiz kalmıştı. 1980’e yaklaşıldığında yurdun hemen her köşesinden günde ortalama 20-25 kişinin ölüm haberleri geliyordu. Ülke adeta ikiye bölünmüş, kamplaşma doruk noktaya ulaşmıştı. Karşılıklı evler, yurtlar, kahvehaneler basılıyor, aydınlar, gençler sokak ortasında katlediliyordu. Memurlar, işçiler, öğretmenler, hatta polisler bile ikiye ayrılmıştı. Her kesimin ayrı dernekleri vardı. Örneğin, sol görüşlü polisler Pol-Der, sağ görüşlü polisler de Pol-Bir çatısı altında toplanmıştı. Hiç unutmam, öldürülen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul için İçişleri Bakanlığı önünde düzenlenen törende farklı görüşteki polisler arasında sloganlaşma, itişme, kakışma bile olmuştu. Hatta o gün bazı polisler olayı protesto etmek için göreve dahi çıkmamıştı. Yine o günlerde Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün 6. katındaki 1. Şube ve 5. katındaki 2. şubede görevli polisler arasında ideolojik anlamda görüş farklılıkları ve buna bağlı yüksek gerilim vardı. Doğal olarak, bu da olaylara müdahale anlamında (şiddet ya da hoşgörü gibi) değişken bir görüntü veriyordu. Dahası, Kahramanmaraş, Çorum gibi siyasi ve dini temelli olaylar nedeniyle ülkenin birçok yerinde sıkıyönetim uygulaması vardı ama akan kan durmuyordu. En vahimi de bu tehlikeli gidişe rağmen siyasiler bir araya gelip çözüm üretmekten imtina ediyorlar ya da seyirci kalıyorlardı. Açıkçası, anlaşılmaz bir durum söz konusuydu.
***
Darbeden 6 gün önce yakından tanık olduğum, 6 Eylül 1980’de gerçekleşen ve darbe liderlerinin bardağı taşıran son damla dedikleri Milli Selamet Partisi’nin Konya Mitingi’ndeki olaylar da şöyle gelişmişti:
On binlerin hıncahınç doldurduğu alanda Erbakan dava arkadaşlarıyla birlikte Mescid-i Aksa’yı sembolize eden dev kürsünün üzerindeydi. Kürsünün hemen önündeki otobüsün üzeri de benim de aralarında bulunduğum sınırlı sayıdaki gazeteci için ayrılmıştı. Dolayısıyla, biz gazeteciler otobüsün üstünden kürsüyü ve alandaki hareketliliği çok rahatlıkla görüp fotoğraflayabiliyorduk. Zaten sözü edilen olaylar da tam önümüzde gerçekleşti. Önce İstiklal Marşı anonsu geldi, ardından Necmettin Erbakan ve arkadaşları marşı okumaya başladı. Yanlarında dönemin Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler de vardı. Tam o anda da bizim üstünde bulunduğumuz otobüsün sol ön tarafında aralarında sarıklı, cübbeli, takkeli hatta poşuyla yüzlerini kapatmış meydandaki kalabalıkça bir grup “Biz bu marşı söylemeyiz” diye bağırarak yere oturdu. Fotoğraflarını çektiğimizi görünce, o grubun tepkileri bize de döndü. Marş bitince de protestolar şiddetlendi. Yani kitleleri tetikleyici, oldukça garip, sıra dışı gelişmeler oluyordu. Nitekim 6 gün sonra da darbe geldi. Bu olaylar darbe bildirisinde bardağı taşıran son damla diye yer alınca da biz gazeteciler Erbakan ile arkadaşları hakkında askeri mahkemede açılan davada tanık olarak (5 Haziran 1981) dinlendik, protesto olayını ve Erbakan’ın marşı söylediğini anlattık. Dava sonunda da Konya mitingiyle alakalı yargılananların tümü beraat etti. Oturan o grup ise hiç bulunamadı! 1987 referandumunda siyasi yasaklar kalktıktan sonra İstanbul’u ziyaretinde karşılaştığımız Erbakan’ın ilk sözü de şuydu:
Sizi bir yerden hatırlıyorum...
***
O günlerden bu yana geçen süreçte de en çok tartışılanların başında Türkiye’yi 12 Eylül 1980 darbesine götüren sosyal ve siyasal dinamikler ile ülkenin büyük bir kesiminde ilan edilen sıkıyönetime rağmen terörle mücadelede Silahlı Kuvvetler’in neden etkin bir rol oynamadığı ya da oynayamadığı konusu geldi. Çünkü 11 Eylül 1980 de dahi akan kan bir gecede bıçak gibi kesilmişti. Bu bağlamda süren tartışmalara da yıllar sonra Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ve darbe liderlerinin cezalandırıldığı 12 Eylül Davası’nın iddianamesi (2012) son noktayı koydu:
“12 Eylül 1980 öncesi terör olaylarına bakıldığında, olayların toplumu kaosa, iç çatışmaya sürükleyerek ülkeyi yönetilemez hale getirip, askeri darbeye zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmek isteyen devlet içindeki derin yapıların yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış terör olayları olduğu, devlet içindeki etkili güçlerin, olaylarda güvenlik güçlerinin etkin olarak görev yapmasını engellediği, güvenlik güçlerinin bazı olaylarda kullanıldığı, bu kadar organize ve geniş çaplı olayların devlet içinde örgütlenmiş illegal güçlerin planlaması ve iştiraki olmadan yapılamayacağı,
Şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, her halükârda ülke yönetimini cebren ele geçirmek niyetinde oldukları, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, müdahale etmedikleri veya tertiplenen olay amacına ulaştıktan sonra müdahale ettikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmıştır.”