Zaza Yurtsever ilk okulu Türkiye’de bitirdikten sonra ailesiyle Almanya’ya yerleşmiş, kendi deyimiyle ‘ikinci jenerasyon bir Almancı’. Marburg Üniversitesi Klinik Psikoloji bölümünde yüksek lisans yaptıktan sonra yıllarca Berlin’de psikolog ve psikoterapist olarak çalışmış. Son 10 yıldır hem İstanbul hem Berlin’deki terapileri yanı sıra üst düzey yöneticilere yöneticilere koçluk yapıyor. İki şehir arasında mekik dokuyor.
Bundan iki yıl önce ‘Korkma Ye!’ kitabıyla kamuoyunun dikkatini çekmişti. Uzmanların insanlara devamlı yiyecek ve içecek listeleri verdiği günümüzde, sorunun kilo değil, insanların yemekle olan ilişkisinin bozulması olduğunu söylüyordu. Ve insanlara ‘Artık normal yemek yiyin’ önerisinde bulunuyordu.
Zaza Yurtsever şimdi ikinci kitabı ‘Egoist Beyin ve Kilo’yu çıkardı. Belli ki bu kitabında da yine ezberleri bozmaya niyet etmiş. Zira kitap kiloyla ilgili bugüne kadar bildiklerimizi alt üst edecek bilgiler taşıyor.
Kiloya yol açan temel olgunun kronik stres olduğunu ifade eden Yurtsever, günümüzde iş hayatının stres oluşumunda önemli bir yer teşkil ettiğini ve ciddi bir şişmanlama faktörü olduğunu söylüyor. Can alıcı soruyla başlıyorum:
Gerçekten de iş hayatı şişmanlatıyor mu?
Tam olarak baktığımızda tabii ki şişmanlatan iş hayatının kendisi değil. İş hayatının bizde yarattığı duygular. İşimde çaresizlik duyguları yaşıyorsam, iş süreçlerini kontrol edemiyorsam, mobbing’e maruz kalıyorsam, emeğimin karşılığını alamıyorsam, potansiyelimin çok altında ya da üstünde çalışıyorsam işim beni şişmanlatır. Çünkü ortada kronik bir stres vardır.
İki grup insan var
O halde kiloya yol açan kronik stres mi?
Evet. Kronik stres altındaysanız ve ne yapacağınızı bilemiyorsanız o zaman uzun vadede beyninizin stres sistemi duruma adapte olarak sizi korumaya alır. Yani beyniniz ya sürekli adrenalin ve kortizol hormonları salgılayarak sizi alarm halinde tutacak ya da duruma adapte olarak sizi korumaya alacaktır. Ancak duruma adapte olduğunda depoları kullanamaz hale gelir ve siz beyninizin enerji ihtiyacını karşılamak için yemek yersiniz.
Peki ama birçok insan son derece stresli bir işi olmasına rağmen zayıf kalabiliyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Burada belirleyici olan kişinin A grubuna mı B grubuna mı ait olduğu. A grubu insanları kronik stres yaşadıklarında duruma adapte olmayanlar. Onların stres sistemleri devamlı aktif, devamlı adrenalin ve kortizol salgılanıyor ve beyin ihtiyaç duyduğu enerjiyi depolardan giderebiliyor. Dolayısıyla bu insanlar beynin enerjisini dışarıdan almak zorunda kalmıyorlar. Ama bu, A grubu insanlarının daha sağlıklı olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersi uzun vadede kandaki yüksek kortizol kalp-damar rahatsızlıkları, yüksek tansiyon, gastrit, ülser, kronik yorgunluk gibi birçok rahatsızlığa yol açıyor. Ayrıca A grubu insanlarında da uzun vadede bir göbek oluşuyor. B grubundakiler gibi vücutlarının her tarafına kilo almıyorlar ama kortizol göbeği denilen bir göbek yağlanması oluyor. Bilim, bunun daha tehlikeli olduğunun altını çiziyor.
Kitabınızda Elçin örneğini veriyorsunuz. Orada bildiğimiz anlamda bir stres yok ama...
Stres dendiğinde aklımıza doğal olarak gözle görülebilir agresif durumlar geliyor. İşini kaybetme tehlikesi, işyerinde yalnızca bir çalışana indirgenmek, fazla mesai, performans baskısı gibi durumların strese yol açtığını biliyoruz. Oysa Elçin’in durumu bunlardan hiçbiri değil. Onu strese sokan seri üretimde çalışıyor olması ve işin monotonluğu. Bizi hareketlilik nasıl strese sokuyorsa hareketsizlik de o denli ve hatta daha büyük bir strese sokar.
Zevk için yürüyün
Farz edelim ki, kişi var olan stresli durumu bir olgunlaşma basamağı olarak göremiyor. İşveren de iş ortamını düzeltmeye yanaşmıyor...
Ne kendinizi ne de dış şartları değiştiremiyorsanız, o zaman yapacağınız tek şey, stres tepkisine müdahale etmek. Bunu iş hayatında en iyi şekilde yürüyüşlerle yapabilirsiniz.
Mesela öğlen molalarında ya da iş çıkışında yarım saat yürümek stres tepkisini azaltmakta yardımcı olabilir. Ama burada da önemli olan yapacağınız yürüyüşün ‘kardio’ ya da ‘yağ yakma’ yürüyüşü değil, bir zevk yürüyüşü olmasıdır.
İşinizdeki stresin röntgenini çekin
Peki bir işveren kendi şirketinin çalışanlarını strese sokup sokmadığını nasıl anlayabilir?
Tabii ki bunu anlamak pek kolay değil. Özellikle rekabetin yoğun olduğu ve birçok insanın işini kaybetme korkusu yaşadığı günümüz iş dünyasında çalışanlar fikirlerini açık beyan etmekten kaygı duyacaklardır. Kaldı ki insanlar Türkiye’de genel olarak kendilerini açıkça ifade etmektense ima yöntemine başvuruyor. İma da tabii ki çok yoruma açık bir durum. Ama işverenler bazı testler aracılığıyla bu durumu anonim bir şekilde tespit edebilirler. Mesela bu konuda geliştirilmiş 14 soruluk şöyle bir test var:
1. Günde kaç saat uyuyorsunuz?
2. Çalışma masanızda tatlı bulunduruyor musunuz?
3. Çalışırken arada yemek yiyor musunuz?
4. Öğlen molalarına çıkmadığınız oluyor mu?
5. Molalarda iş arkadaşlarınızla yemeğe çıkıyor musunuz?
6. Çalışırken, özellikle de öğleden sonra, kontrol edilemeyecek bir şekilde tatlı yeme ihtiyacı hissediyor musunuz?
7. İş hayatınız değişken mi?
8. Paydos saatine kadar sıkça saatinize bakıyor musunuz?
9. Yaptığınız önerilerin üstleriniz tarafından önemsendiğini düşünüyor musunuz?
10. Hastalandığınızda da işe gidiyor musunuz?
11. Siz olmadığınızda işlerin aksayacağını düşünüyor musunuz?
12. İş arkadaşlarınız tarafından kabul gördüğünüzü düşünüyor musunuz?
13. İş sonrasında düzenli bir şekilde alkol alıyor musunuz?
14. İş esnasında yeterince dikkatli ve konsantre olmadığınızı düşünüyor musunuz?
(Evetler çoğunluktaysa
çalışanlarınız kronik stres altında)
Prim sistemi körüklüyor
Peki çözüm ne? İnsanlar, toplu şekilde işleri mi bıraksınlar!?
Tabii ki değil. Marquez, ‘Mutluluk için istediğin şartları bulamayınca, bulduğun şartlarda mutlu olmayı bilmelisin’ diyor. Kendi içsel süreçlerimize müdahale edip olaylara bakışımızı değiştirebiliriz. Düşünün ki sizi mutsuz eden bir işiniz var.
Başka bir iş bulamadığınızdan dolayı işinizi bırakamıyorsunuz ve bütün ısrarlarınıza rağmen de işvereniniz şartları düzeltmiyor. Böyle bir durumda siz kendinize müdahale edip, şikayetçi ruh halinizden çıkmaya çalışabilirsiniz.
İşveren peki?
Yüksek performans beklentisi iş hayatının en büyük stres kaynaklarından biri. Durum böyleyken bazı işverenler işgücü tasarrufu yapıp, var olan işi az sayıda insana yüklüyor, prim sistemi ya da deneme süreleriyle de var olan stresi katlayabiliyorlar.
Çalışanların iş süreçlerine müdahale edememeleri, alınan kararların transparan olmayışı, sorumluların kurallara uymayıp keyfi davranmaları gibi birçok faktör işverenler tarafından düzeltilebilecek durumlar arasında. Günümüzün zor koşullarında işverenler çalışanlarına daha insancıl, sağlıklı bir iş atmosferi sunabilirler. Çalışınlara belirli aralıklarla anti-stres programlarının öğretilmesini de çok önemsiyorum. Berlin’de bunu çok uzun zamandır yapıyoruz ve çok iyi geri bildirimler alıyoruz.
Raftakiler gıda mı, zehir mi?
Peki çalışanlar yalnızca iç dünyalarına müdahale ederek nasıl zayıflayacaklar? Yeme alışkanlıklarını değiştirmeyecekler mi? Diyet, spor yapmayacaklar mı?
Süpermarketten aldıklarımızın gıda mı, zehir mi olduğunu ayırt edemediğimiz ve son derece hareketsiz yaşadığımız bir dünyadayız. Tabii ki hepimiz sağlıklı bir şekilde yaşamak ve yaşlanmak istiyorsak bunlara dikkat etmeliyiz.
Ama öbür taraftan şunu da görmek gerekir ki, günümüzde bu anlamda sağlıklı yaşayabilen yalnızca iki kesim var: Zenginler ve köylüler. Çünkü büyük şehirde yaşıyorsanız organik gıda alacak paranızın ve spor yapabilecek zamanınızın olması gerekiyor. Köyde yaşayanlar zaten doğal olarak bu imkanlara sahipler. Ama büyük şehir insanının büyük bir kesiminin bu tür olanakları yok.
Peki ya diyet?
Şöyle düşünelim: Kronik stresten dolayı beyninizin şeker ihtiyacı artıyor. Siz diyet yaparak ona ihtiyacı olan maddeyi vermiyorsunuz. Yani beyninizi daha fazla strese sokuyorsunuz. Stresten dolayı oluşmuş bir durumu daha fazla stresle çözmeye çalışıyorsunuz.
Bu kaçınılmaz bir şekilde fiyaskoyla sonuçlanır. “Sorunları, onları yaratan düşünce biçimleriyle çözemeyiz” diyor Einstein. Siz hem kronik stres yaşıyor hem de diyet yapıyorsanız, o zaman beyninize yeterince şeker gitmiyor demektir. Bu durumda beyin ya size düzenli bir şekilde yeme atakları yaşatır ya da enerji tasarrufuna geçer.
Hürrem de böyle böyle ‘tükendi’
Peki beyin enerji tasarrufuna geçerse ne olur?
O zaman hayatta kalmanız için elzem olmayan işlevlerini devre dışı bırakır. Mesela konsantrasyonunuz ve vücut ısınız düşer, yaraların iyileşmesi gecikir, partner arayışı ve cinsellik isteği azalır.
Uzmanlar günümüzde yaşanan boşanmaların bir çoğunun altında partnerlerinin diyet yapmalarının yattığını söylüyor.
Aslında birçok psikolojik sorunun altında beynin enerji ihtiyacını gidermemek yani diyet yapmak yatıyor. Hatırlarsanız bundan bir süre önce Meryem Uzerli oynadığı diziyi yarıda bırakarak Berlin’e geri döndü. Olay büyük bir sansasyona yol açtı. Ben kendime şu soruyu soruyorum: Kadın zaten burada yabancı bir kültürde ve yoğun bir tempoda yaşıyordu.
Üstüne özel hayatında da çalkantılı bir ilişki yaşıyordu. Yani beyninin şeker ihtiyacının son derece yüksek olduğu bir süreç içerisindeydi.
O durumda kadına diyet yaptırarak zaten stresten oluşmuş bir durumu daha da stresli bir hale getirdiler ve sonunda da ortaya ‘tükenmişlik sendromu’ çıktı. Tükenmişlik sendromunu da bir nevi beynin enerji ihtiyacının karşılanmaması olarak görebiliriz.