Hem oyuncu hem sosyolog olan Canan Ergüder, toplumun röntgenini çekti: “Erkekler benmerkezci, narsist, empati yapamıyor, seni severken kendini seviyor. Kadınlar ise ilişki bağımlısı, erkeğin narsizmini pansumancılık yaparak besliyor. Bu durum toplumda salgın hastalık gibi...”
Canan Ergüder, sarışın, yeşil gözlü... İngiltereler, Amerikalarda okumuş. 4 yaşında baleye başlamış. 14 yıl New York’ta yaşamış. Babası Boğaziçi Üniversitesi eski rektörü Prof. Üstün Ergüder. Annesi de babası da Robert Kolej’den. Amerika’da sosyoloji ve tiyatro okumuş. Bütün bu özellikler insanı şimdilerde küçümsenen Beyaz Türk yapmaya yeter de artar bile!
Ancak Canan Ergüder’de Beyaz Türk kavramı yeni bir tanım buluyor. Dikkat ettim, yoldan geçip kendisini tanıyan teyzelere davranışında, ne üstten bir bakış, ne de seyircim benimle konuşuyor abartılı mütevazılığı vardı. Günümdeydim, anlaşamadığı burca varıncaya kadar 50 soru sordum, of demedi. Doktor randevusunu erteledi, ona da metro ile gitti.
Behzat’tan sonra bekledi
Behzat Ç.’deki güçlü Savcı Esra rolüyle gönüllerde taht kurdu. Binbir Gece’nin Eda’sı olarak kendinden nefret ettirdi. Behzat Ç. sonrasında 2.5 yıl boyunca başka iş almadı bekledi, benzer bir proje gelir mi diye.
Türkiye’nin buna hazır olmadığı ve öyle bir projenin bir daha önüne gelmeyeceğine inandığı noktada masasındaki senaryoları incelemeye başladı. Sezonun en çok izlenen dizileri arasında kendine sağlam bir yer edinen ‘Güllerin Savaşı’ndaki başrol oyuncusu Gülfem karakterine bayıldı.
Birçok insanın sinir olduğu karakteri sevdirme misyonu edinmiş kendisine! Canan Ergüder’le dizi karakterleri üzerine başlayan söyleşimiz kadın-erkek ilişkilerine, toplumsal rollere uzandı. Özellikle genç kadınların ufkunu açacak, yolun başındayken annelerinin hatalarını yinelemelerini engelleyecek düşünceleri var. Bu çok önemli, çünkü kadın değişirse dünya değişir.
Kötü kadın ‘güçlü’ oldu
‘Behzat. Ç’, ‘Güllerin Savaşı’ ikisinde de güçlü kadın var. Üstünüze yapıştı sanki bu rol. Zayıf bir karakteri oynamaya korkar mısınız?
Tabii ki de oynarım. Ama sarı saçlarımı tuttuğum sürece bana öyle bir rol gelir mi bilmiyorum. Önceden bu soru için kullanılan sıfat kötüydü.
Sıfat değişince seviniyorum, algı değişiyor çünkü. Türkiye’de sarışın, mavi, yeşil gözlü olmak sadece kötüyü getirir gibi bir algı var çünkü. Ama şu an oynadığım dizide güçlü bir kadın olduğumu düşünmüyorum. Güçlü maskesi olan bir kadını oynuyorum.
Sarışın ötekileştiriliyor
Hâlâ sevilmiyor mu sarışın kadın?
Hiç sevildiklerini düşünmüyorum Türkiye’de. Eski Türk filmlerine baktığınızda da bunu görürsünüz. Sarışın kadın, ‘Kocanı elinden alır’ algısı var. Bu pek değişmedi.
Sosyolojik olarak nereye oturtuyorsunuz bu algıyı...
Renklerimiz daha koyu olduğu için daha değişik olanı ötekileştirme olarak görüyorum.
Fatih Akın’ın filminde rol alabilmek için Almanca öğrenmişsiniz. Biraz fazla ciddiye almıyor musunuz? Mankenler de dizilerde oynuyor, siz de...
Mankenlere dizi teklifi geliyor doğru ama onlara tiyatro teklifi gelmiyor. Haluk Bilginer, Ayça Bingöl ile ‘Nehir’ oyununun 180. gösterimini yapıyoruz. Benim için dizide veya sinemada oynamak arasında çok büyük bir fark yok. Oyuncuyum, bu benim mesleğim. “Dizi bu sonuçta, kendimi yormayayım” demiyorum. Gerçek bir oyuncu her platformda oyun çıkarır. Behçat Ç.’yi yaptıktan sonra 2.5 yıl çalışmadım. Popüler kültüre hizmet eden bir şey yapmamak adına. Fakat baktım ki, bir daha Behzat Ç. gibi bir iş gelmeyecek, şu an Türkiye bunun için hazır değil...
Gelen senaryolar içinde Gülfem beni çok etkiledi, ‘Bu kadını sevdireceğim’ dedim. Başka bir oyuncu oynasa belki de sadece nefret edilecek bir rol, Gülfem’i sevdirme misyonu edindim kendime. Gülfem hırslı ama aslında kırılgan. Yetenekli, başarısızlığı kabul etmeyen bir karakter. Kendi doğrularına bazen körü körüne inanan son derece renkli, kompleks ve özünde kendini sevmeyen bir kadın.
Evlilik ticaret, fıtratımızda yok!
Alman yazar Esther Vilar, ‘Evliliğin aşkla ilgisi yoktur, o yalnızca bir ticarettir’ diyor. Sizin düşünceniz nedir?
Birçok insan evleniyor çünkü kültür bunu gerektiriyor, evlilik dışı çocuğu kabul etmiyor. Ben de evliliğe çok inanan biri değilim. Belki de çocukken yetiştirilme tarzımla alakalıdır. Hiç öyle evlendiğim gün benim en önemli günüm diye hissetmedim. Ki evlendim, boşandım. O zamanda hissetmedim, şu anda da öyle hissetmiyorum. Evet bir ticaret, evlilik töreni düzenlendiğinde anlıyorsunuz bunun bir kontrat olduğunu. Ama böyle olmasının pozitif olan sebeplerini de görebiliyorum. Bir çocuk olunca iki ebeveyni, animayı ve animusu temsil eden iki örnek görmek zorunda. İnsanlar natura olarak birbirleriyle kavga ettiği için eninde sonunda onları kontrat olarak birlikte tutabilecek bir form yaratılmış. Ama naturamız uygun mu, çok emin değilim. Ancak çocuk istediğim için hayatıma tekrar sokabileceğim bir kavram.
Üç ay önce sigarayı bırakan Canan Ergüder, kilo almamak için her ikramı geri çeviriyor.Ancak poğaçalarıma dayanamadı!
Çocuğun okul taksiti varken carpe diem mümkün mü!
Bugünlerde anı yaşamaktan (carpe diem) bahsediyor herkes. Geçmişi, geleceği bir kenara bırakıp anı yaşamak mümkün mü gerçekçi olarak baktığımızda?
Özellikle şehir hayatında tam anlamıyla yapabilir miyiz bilmiyorum. Sonuçta elektrik faturasını öderken ileriye yönelik bir şey yapmış oluyorsun ya da para kazanırken.
Bu parayı kazanayım ki önümdeki ay kiramı, çocukların okul taksitini ödeyeyim diyorsun. Bunların hepsi ileriye yönelik davranışlar. Ama bunların içerisinde şu an ne hissediyorumla hareket etmek mümkün. Bunu tamamen yapmayı başarmış insanlar da var. Tamamen doğaya çekilmiş insanlar da var. Buna yakın bir şeyi yaşamaya çalışıyorum şehir hayatı içinde.
‘Seni görmek istemiyorum’ odası gerekli
Evlilikte partnerlerin yatak odaları ayrı mı olmalı, aynı mı?
Bana göre aynı da olmalı, ayrı odaları da olmalı. Çünkü herşey güllük gülistanlık gidecek anlamına gelmiyor.
Bazen, ‘Şu an seni görmek istemiyorum’ diyebilmek de önemli, bir ‘seni görmek istemiyorum’ odası olmalı. ‘Bu geceyi seninle geçirmesek olur mu lütfen’ diyebildiğin bir oda olmalı.
Hayır demekle ilgili sıkıntı yaşıyor musunuz?
Bütün hayatım boyunca bunu yapmaya çalıştım. Ama farkında olarak bunu son 5 senedir becerebiliyorum. İnsanların sınırsızlığını destekleyen bir toplumda hiç de kolay olmuyor!
İlk sınırı 13 yaşında çekti
Babanız bir siyaset bilimci, öğrencilerine medeniyetin Jean Jacques Rousseau’nun sözleşmeli toplumu ile başladığını söyleyen bir hoca üstelik. Rousseau’nun üzerinden 300 yıl geçmiş biz daha bu kavramları yeni yeni tartışıyoruz... Evde kararlarınıza saygı duyuluyor muydu?
Onlar, kendi ayaklarım üstünde durabileyim diye yola çıkmışlardı. Ancak çocuk olunca iş değişiyor. Sonunda o bir baba, bende bir kız çocuğuyum. Ve öğrencisi değilim. Tabii ki böyle sözleşme gibi değildi ilişkimiz. 13 yaşındaydım, İngiltere’ye yaz okuluna gitmiştim.
Dönüşümde kapımın üstüne ‘No parents zone’ (Ebeveynler giremez) yazmıştım. Babam çok içerlemişti hala anlatır bunu. Bu kadar içerlemesinin sebebi herhalde ilk sınır çekişim olmasıydı. Ama bir çok Türk babadan da daha özgürlükçüydü. Sonuçta beni hiçbir konuda zorlamadı.
Sanırım sözleşmeli toplum meselesine yakın bir ilişkimiz oldu. Demokrasi kuralları olabildiği kadar geçerliydi bence...
Narsist erkek tapınmanı ister
Bana Gülfem’i sevdiremezsiniz! Toplumsal hastalığımız narsistik kişilik bozukluğundan mustarip gibi. Burnundan kıl aldırmıyor...
Aslında güçlü bir kadın değil O. Altı kof Gülfem’in. Evet empati yeteneği yok, evet ben merkezci. Bir rolü oynamadan önce çok araştırırım. Binbir Gece’deki Eda rolü için mimarlık kitaplarına gömülmüştüm.
Gülfem’i oynamadan önce de birçok psikoloji kitabı okudum, onların içinde narsizmi anlatan kitaplar da vardı. Çok kompleks bir karakter Gülfem. Ama merak ettim Gülfem pansumancı olsa sevecek miydiniz?
AŞKIN BEDELİ AĞIR...
Pansumancı ne demek?
Biz Türk kadınları olarak aslında çoğumuz pansumancı değil miyiz? Psikolojide ilişki bağımlılığı deniyor buna. Narsizmi besleyen, onunla iç içe bir eğilim bu. Hepimizin aşka, sevgiye ihtiyacı var. Ama bunun karşılığında ödediğimiz bedel çok fazla Türkiye’de.
Birlikte yaşayabileceğimiz bir erkek bulmak için onların hayatlarında sevgili, hemşire, anne, baba, her şeyi olan insanlar haline geliyoruz. İlişki bağımlılığına sahip kadınlar olarak bunu yapıyoruz. Pansuman devamlı pansuman ve açık kapatma. Narsist bir erkeğin acayip ihtiyacı olan davranışları hepimiz sergiliyoruz. Yalnız kalıyoruz yoksa hayatta.
Sağ olsun erkeklerimiz de narsist olunca aldıkça alıyorlar. Sonuçta tencere kapak haline geliyoruz. ‘İlişki Bağımlılığına Son’ adlı kitabı her kadının okumasını şiddetle öneriyorum.
Savcı Esra da pansumancı mıydı?
Bütün gücüne rağmen evet o da pansumancı bir kadındı. Ama bunu gücünün arkasında da yapıyordu. Erkekler tam pansumancı tipler olmamızı bekliyor. Ama bu formülü yaratan, muhtemelen kendisi de ilişki bağımlısı olan bir anne. Genelde bu formül şöyle işliyor. Anneler kocalarından alamadıkları sevgiyi alabilmek için erkek çocuklarına tapınıyorlar adeta. İleriki dönemde o erkek çocuk da, sevgilisi ona tapınırsa sevgisini bahşediyor ancak. Zaten bir narsistten tapınırsan sevgi alabilirsin ancak. Ama bu sağlıklı bir sevgi değil.
Bu sözleriniz pek çok kadına yeni bir pencere açacaktır. Narsist erkeği nasıl tanırız?
Tapınmanı, tapınırcasına sevmeni ister. Ben merkezcidir. Seni severken de kendini sever aslında. Çok özeldir, eşi bulunmaz, farklı ve herkesten çok önemlidir. Kendisinin yaşadığı sorunlar veya mutluluklar her zaman ön planda olur. Empati kuramadığı için sadece kendi hissiyatını ön planda tutar.
Narsistik kişilik bozukluğu Türkiye’de güç gibi algılanıyor...
Olur mu kırılgan, zaafları çok yüksek, diyaloğa geçemeyen, aslında kendisini de sevmeyen insandır son tahlilde. Hayranlık cümlelerinizin bittiği noktada yanınızda değildir artık. Sizi yok eder dolayısı ile!
Pansumancı değilse, Türk kadınının bir sevgili bulma şansı yok gördüğüm kadarıyla.
Valla öyle görünüyor!. Ama en güçlümüz bile pansumancı zaten. Şefkat göstermeyi bilmiyorsa kadın, randevularını ayarlıyor, kitabını yazması için huzurlu ortamı sağlıyor, resmini yapması için boyaları koyuyor.
Türk kadını gelişti ama erkeği değişmedi tespitine ne diyorsunuz?
Geliştik mi, gelişmedik mi bilmiyorum. Ama bence Türk kadını idare etmeyi öğrendi. Narsist insanlarla dolu bir ülkede ancak böyle var olabilir zaten. Bir insanın bir narsistle var olabilmesi için kendisini yok sayması gerekiyor zaten. Böyle olunca biz kadınlar, isteklerimizi manipülatif yollarla elde etmeye başlıyoruz bir yerden sonra.
Bu nedenle de son derece manipülatif kadınlarız aslında. En okumuşumuz dahi, ‘Ben şunu istiyorum’ deme özgürlüğüne sahip değil. Söylersen karşındakinde öfke patlamasına sebep olma ihtimalin yüksek. Narsizmi bir hakaret olarak söylemiyorum kültürel bir epidemi olarak görüyorum. Çünkü narsizm ataerkil toplumların kültürel hastalığıdır. Bir narsiste karşı sınır çekmeyi bilmiyoruz. Toplum olarak bilmiyoruz, kadın olarak hiç bilmiyoruz.