Mesleğim gereği sıkça seyahat ediyorum. Bu seyahatlerimin çoğu yurtdışına. Turizm pazarlama, halkla ilişkiler, medya-basın danışmanlığı görevlerini bir arada yürüttüğümden, 20 yılını turizm sektörüne vermiş bir profesyonel olmamın yanı sıra, 6 yıldır hem seyahat yazarlığı yapıyorum, hem de değerli basın mensubu arkadaşlarla yurtdışında birçok basın tanıtım gezilerine eşlik ediyorum. Her ikisi birleştiğinde ortaya yapılan seyahatin sonucu olarak çok değerli güzel yazılar, keşfedilesi yeni ufukların olduğunu seyahat severlere gösterecek destinasyonları gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyorum. Bu yaptığım tamamen işimin gereği aslında. Ne iş yaparsan yap veya ne görevde bulunursan bulun, aldığın işi mükemmele yakın yapmam gerekli ve tüm çabalarım hayat boyu hep bu felsefe üzerine. Lafı uzatmayayım, bir seyahat yazarı yazısını hazırladığında o yazıyı değerli kılacak, destinasyonun değerine değer katacak hatta yazıya hayat verecek şey görsellik! Yani gezilen yerin en canlı, en güncel fotoğrafları. Evet bu mantıkla, fotoğraf çekmem gerektiğinin sorumluluğunu kendimde hissettim bundan 3 yıl önce.
Bana göre ciddi bir maddi yatırım ile Canon 50D modeli ile işe başlamaya karar verdim. Makinemi alır almaz, profesyonel anlamda fotoğraflar çekebilmek adına, hemen 2 aylık bir temel fotoğrafçılık kursu gördüm ve seyahatlerde fotoğraflar çekerek kendimi bu yeni işime de alıştırmaya başladım. Meğer fotoğraf işi bambaşka bir şeymiş, içine girdikçe giriyor, harcadıkça harcıyormuşsun! DSLR makinelerin çekim kalitesi son derece iyi olmakla birlikte, seyahatlerim sıklaştığında anladım ki kullanacağınız lenslerin kalitesi arttırılmalı daha fazla ışık geçirgenliği olan, diyafram değeri en düşük lenslere sahip olmak ve farklı odak uzaklıklarına sahip zoom veya geniş açılı olmalarının önemi… İşini en iyi şekilde yapacaksın hastalığı da olduğundan hadi bakalım 50D’nin yanına birçok gazeteci ve fotoğrafçının hayali olan, bir Canon 5D Mark 2 alıverdim. Tabii objektiflerimi de, 70-200 mm ve 24-105 mm olarak üst kategoriye terfi ettirdim. Bunları taşımanın ağırlık olarak ciddi bir külfeti olacağını düşündüğümden vücuda bağlamalı robocop misali özel taşıma aparatları ve çantalarını da aldım. Gittiğim her şehirde-ülkede kendi fotoğraflarımı çekiyor, hatta Milliyet.com.tr başta olmak üzere birçok internet sitesinde seyahat foto galerileri de yapıyorum birkaç yıldır. Bunları anlatmamın asıl amacı kendimi anlatıp övünmek kesinlikle değil. Keşfettiğim bir pozitif görüşü sizinle paylaşmak derdindeyim.
Fotoğraf çekmek bir süre sonra bir tutku haline dönüşüyor. Seyahatte şahit olduklarını en mükemmel şekilde resmedip, döndüğünde bu coğrafyaları henüz keşfetmemiş seyahat severlere birbirinden güzel kareler eşliğinde foto galeriler ve foto haberler eşliğinde oraları anlatmak tutkusu. Çektiğim karelerde daha iyisine ulaşma çabalarım arttıkça fark etmeye başladım ki, bir destinasyonun fotoğraf makinesinin vizöründen keşfedilmesi bambaşka bir şey. Fotoğraf makinemin olmadığı, daha doğrusu seyahat fotoğrafçılığı işim olmadan önce, gittiğim yerde bir meydana vardığımda orada meğer pek çok detayı görmüyormuş, ağzım açık dolaşıyormuşum. Elimde makine ile, meydandaki heykelin arkasına dolanıyor, çeşmenin altına kadar giriyor veya meydanı tepeden gören yerlere bile tırmanmaya başlıyorsunuz. Başkasının bakmadığı açıları kovalıyor daha önce çekilmemiş resimleri çekeceğim derken, standart seyahat sever olmaktan, foto gezgin sınıfına terfi ettiğinizi hissediyorsunuz. Işığın en güzel olduğu gün doğumu zamanlarında ve gün batımlarında halkın işlerine gidip dönerken yaşadığı telaşı çekmek adına metro-tramvay duraklarında olmayı planlıyor, garip saatlerde kendinizi şehirde diğer insanların hayatının içine dahil olarak buluyorsunuz. Hatta geleneksel düğün törenlerinde veya dini ayinlerde… Anı belgelemek, o ülkenin kültürlerine ait yeme-içme, yaşam tarzı veya günlük hayatın içinden kareler, şehrin karakteristiği olan özellikleri vs. fotoğraflamak, o şehre ve ülke insanına da bakış açınızı değiştiriyor. Kendinizi oraya ait yaşayan bir birey gibi görüyor, farklı pencereleri hayal edebiliyorsunuz. Alt tarafı çeşme işte deyip geçiyorken geçmişte, suların ahenkle dans edişi veya heykelin üzerine sıçrayarak oluşturduğu damlacıkların bile önemi var artık. Bir meydanın içini yaşarken, dış göz olarak da bakabilmenin veya meydandaki bir objenin gözüyle çevredeki insanları resmetmenin de güzelliklerini keşfediyorsunuz.
İlla bu işleri yapmak için çok da paranız olmasına gerek yok. İşe standart en uygunundan bir fotoğraf makinesi alıp, yaşadığınız şehirdeki sokakları arşınlamak, hayatın içine karışmakla başlayabilirsiniz. Alacağınız keyfe göre o sizi daha fazlasına zorlayacak veya bu bana yeter diyeceksiniz. Ancak eminim ki bu keyfi yaşayınca, acaba bu mahallede değil yan mahalleye gitsem nasıl olur derken, en yakındaki bir başka şehir, belki bir Karadeniz turunda kendinizi bulabilirsiniz… Üstelik artık sadece fotoğraf makineleri de yok, elinizdeki telefonla bile başlayabilirsiniz, yeter ki isteyin. Vizörden seyahatin keşfi anlatılması ifade edilmesi zor ama yaşanıldığında sonuçları ile keyif veren bir etkinlik. Hele bir de, döndüğünüzde en güzel 15-20 karenizden bir slayt şov beraberinde oraya özgü güzel bir yerel müzikle, sevdiklerinize seyrettirseniz lezzetine doyamazsınız.
Benden tavsiye etmesi! Seyahate bir de vizörden bakın, bu mutluluğa siz de ortak olun…
Sarp Özkar – Yurtdışı Turları Uzmanı