AB başkentlerinde ve Ankara’da son aylarda gerçekleştirdiğimiz -ve aralarında önceki gün yemekte buluştuğumuz İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt’in de bulunduğu- Avrupalı siyasetçiler, yetkililer ve kanaat önderlerinden anladığımız kadarıyla Avrupa’da aklı başında olan kimse Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin Kıbrıs meselesi yüzünden kopmasını beklemiyor.
Bu görüşmelerin büyük bölümü “kayıt dışı” olmak şartıyla gerçekleştirildiği için, burada isim vererek kimin ne söylediğini aktaramıyoruz. Önemli olan, şahsen Türk-AB ilişkileri konusunda çizdiğimiz karamsar tabloya katılmayan bu etkin kişilerin ortak bazı görüşlerde birleşmeleridir.
Önce Rum kesiminin, gaz arama “tahrikine” bakacak olursak, konuştuğumuz yetkililer arasında bunun doğu Akdeniz’de sıcak bir krize dönüşmesini bekleyen yok. Dahası, buna semeresini bugünden yarına verecek bir proje olarak bakan da yok. Arzulanan rezervlere ulaşılsa bile bunlardan somut yarar sağlanmasının en az üç yıl alacağı kaydediliyor.
Şu aşamada asıl kârlı çıkan tarafın ise, gaz aramasını yapan Noble adlı Amerikan şirketi olduğu belirtiliyor. Zira bu şirket, sonunda gaz veya petrol çıkarmasa bile, “burada şu kadar gaz yatıyor” veya “tespit ettiğimiz petrol rezervi şu kadar büyük” türünden somut ifadelerle ortaya çıktıkça “borsa değerini” arttırıyormuş.
Öte yandan Rum tarafının, Kıbrıs sorununa çözüm arayışının hassas bir aşamasında, bu konuya birden ağırlık vermesinin nedeninin, Güney Kıbrıs’ı elektriksiz bırakan patlamanın yol açtığı kanlı bıçaklı iç siyasi çekişme olduğu söyleniyor. Rum Yönetimi lideri Dimitris Hristofyas ve iktidardaki komünist AKEL partisinin, ağır siyasi bedeli olan “patlama fiyaskosu”ndan sonra zevahiri bu yoldan kurtarmaya çalıştıkları belirtiliyor.
Bu söylenenlerde elbette ki Türkiye’ye dönük bir “pireye kızıp yorganı yakma” mesajı var. Ancak Kıbrıs konusunun bütünlüğü içinde Ankara’nın, Rumların bu hamlesini alttan alamayacağını, hoşlarına gitmese de anlayanlar var. Sonuçta Türkiye’nin tepkisinden memnun olmayanların bile, Rumların “zamansız” ve “ortamı bulandırıcı” bir girişimde bulunduklarını kabul etmeleri ilginç.
Yaptığımız bu görüşmelerde ön plana çıkan ikinci husus ise, Rum kesiminin gelecek yıl gerçekleşecek olan AB dönem başkanlığı sırasında Türkiye’nin AB ile ilişkilerini kesmesi meselesiydi. Bu kişilerin hemen hepsi, bunun Ankara açısından “yanlış bir hamle olacağını” söylese de, aslında bu konudaki fiili durumun da göründüğü gibi olmadığını ortaya koyan ifadeler kullandılar.
Kısacası, Türkiye’nin Rumların AB dönem başkanlığını boykot etmesi Ankara ile AB arasındaki ilişkilerin “kopacağı” ve “duracağı” anlamına gelmiyormuş. Sadece Türkiye’nin AB Konseyi ile işbirliği yapmaması anlamına geliyormuş. Yoksa ilişkilerin fiilen yürütüldüğü AB Komisyonu ile normal mesai aynen devam edecekmiş.
Başka bir deyişle, Türkiye’nin bir iki AB zirvesine katılmaması ve Türk-AB Ortaklık Konseyi’nin toplanmaması dışında bunun ciddi bir maliyeti olmayacağı belirtiliyor. Bir AB yetkilisinin ifadesiyle, şu anda bile sanılandan derin olan Türk-AB siyasi ve ekonomik ilişkileri nedeniyle, Türkiye’nin üyeliğine karşı olan hiçbir üye ülke, AB Konseyi’ne “Türkiye ile müzakereler kesilsin” önerisi getiremiyormuş.
O zaman bu yetkililer Ankara’ya ne öneriyorlar? Her şeyden önce kimi ülkelerin iç siyasi hesaplara dayalı hamleleri karşısında gereğinden fazla heyecanlanılmamasını salık veriyorlar. İkincisi, Kıbrıs Rum dönem başkanlığı boykot edilse bile, AB için gerekli olan “ev ödevinin” yapılmaya devam edilmesinin önemini vurguluyorlar.
Buna karşın, başta da dediğimiz gibi, görüntü ne kadar karamsar olursa olsun konuştuğumuz hiç kimse Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin Kıbrıs yüzünden kopacağına inanmıyor. Haklı olup olmadıklarını tabii ki zaman gösterecek. Ancak bu aşamada bile Türkiye’ye “AB konusunda enseyi karartmayın” diyen önemli Avrupalı şahsiyetlerin olması yine de önemli sayılmalı.