İsrail’in önemli gazetelerinden Haaretz’e göre, AKP iktidarı “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nde Suriye ve İran’ı Türkiye’yi tehdit eden ülkeler listesinden çıkarırken, İsrail’i belgeye “ana tehdit unsuru” olarak sokturmuş.
Haberin kaynağı olarak da Türk medyasına atıfta bulunan İsrail’deki “Channel 10” adlı TV kanalı gösteriliyor. Fakat gizli olan bu belge hakkında Türk basınına sızanlara baktığımızda bu bilginin neye dayandığını anlamak yine de zor.
İlgili MGK toplantısından sonra yapılan açıklamadaysa, İsrail hakkında, “İnsani yardım konvoyuna saldırısı konusundaki gelişmeler BM İnsan Hakları Konseyi’nin bağımsız uzmanlarca hazırlanan 29 Eylül 2010 tarihli raporu ışığında değerlendirilmiştir” denilmekle yetiniliyor.
Haaretz’deki habere baktığımızda Batı kamuoyunu etkilemeye dönük bir girişim varmış gibi geliyor bize açıkçası. Ancak, AKP’de İsrail’i “ana tehdit” olarak görenlerin sayısının yüksek olduğunu tahmin etmek de zor değil. Bu savın resmen belgelenmesinin, eşyanın doğası gereğince, bu kişileri memnun edeceği aşikar.
Aslında biz de mevcut haliyle İsrail’in Ortadoğu için ciddi bir istikrarsızlık kaynağı olduğuna inananlardanız . Fakat İran hakkında da aynısını düşünüyoruz. İran bir tehdit oluşturmazken, İsrail’in Türkiye’ye dönük bir “ana tehdit unsuru” olduğu savını da tartışmalı buluyoruz.
Öyle düşünenler, İsrail’in yarattığı genel istikrasızlığın Türkiye’ye olumsuz yansımalarına işaret etmeye çalışılıyor olabilirler. Fakat o zaman, Suudi Arabistan ve Mısır tarafından da tehdit olarak algılanan İran’ın aynı çerçevede görülmesi gerekiyor. Ancak AKP iktidarının İran politikası da ortada.
Buna göre İran Türkiye’ye dönük bir tehdit oluşturmuyor. Başka bir deyişle Türkiye, iddia edildiği gibi, İsrail’i “ana tehdit unsuru” olarak kayda geçirip İran’ı “tehdit unsuru” olmaktan çıkardıysa, buna “stratejik” bir karardan çok, “ideolojik” bir karar olarak bakmak gerekiyor.
Kadri Gürsel’in de son yazılarında irdelediği gibi, İran ile Batı sistemi arasında bugün yeni bir “soğuk savaş” yaşanıyor. Gürsel’in, hükümetin “komşularla sıfır sorun” politikasına değinerek ifade ettiği aşağıdaki görüşleri de bu yalın gerçeği yansıtıyor.
“Sıfır sorun’un ‘çok boyutluluğu’ içerdiği söyleniyor. Kastedilen boyutlardan biri de Batı ittifakı ise, bu, Suriye-İran ekseniyle çatışma halindedir ve Türkiye’nin bunlardan (İran ya da Suriye) biriyle ‘sıfır sorun’u olması, ötekiyle sorunlar yaşaması anlamına gelir.”
Bu ikilem Türkiye’yi Batılı müttefikleri gözünde daha şimdiden, Lizbon’da bu ay yapılacak NATO zirvesinde kabul edilmeye çalışılacak “Yeni Stratejik Konsept” adlı belge açısından “potansiyel oyun bozan” konumuna düşürmüş bulunuyor.
Ankara’daki batılı diplomatların bu günlerde en çok yanıtını aradıkları sorunun “Türkiye Lizbon’da ne yapacak?” olması bu açıdan şaşırtıcı değil. Batı basınında, Türkiye ile NATO müttefiklerinin Lizbon’da bir hesaplaşma (showdown) yaşayacaklarına dair haberlerin artıyor olması da manidar.
Bize söylenenlerden ve yazılanlardan çıkardığımız kadarıyla, Türkiye ile Batılı müttefikleri arasında İran konusunda ciddi bir güven bunalımı yaşanıyor. Bu nedenle de Lizbon zirvesi, Ankara’nın NATO’ya sadakatini ve ittifakın geleceği açısından önemini ölçmek için bir sınav olacağa benziyor.
Türkiye gibi kolektif bir savunma yapısı içinde olsa bile, her ülkenin kendi çıkarlarını ön planda tutması son derece doğaldır. AKP iktidarı da zaten İran politikasını bu çerçevede açıklıyor. Ancak bu politikayla, Türkiye’nin uzun vadeli çıkarları mı kollanıyor, yoksa öznel ideolojik tercihler mi yansıtılıyor, işte bu husus henüz netlik kazanmış değil.
Bu belirsizlik sürerken, Türkiye’nin yeni “Soğuk Savaşta” tarafını seçtiğine ve bunun Batı olmadığına dair algı hem Batı’da, hem de Doğu’da yayılıyor. Bu da Türkiye’nin Batı sisteminde kalıp kalamayacağı sorusunu gündeme getiriyor ki, bunu ülkemiz açısından çok da hayırlı bir durum olarak göremiyoruz.