Brezilya’nın İran meselesinde geri çekilmesi Türkiye’yi bu konuda iyice yalnız bırakmıştır. Gerçi Dışişleri Bakanı Celso Amorin, Financial Times’a verdiği demeçte, talep gelirse çabalarına devam edebileceklerini söylemiş. Ancak fazla umutlu olmadığını da belli etmiş.
Gazeteye konuşan bir Amerikalı yetkili de zaten, Brezilya’nın bu kararından “memnuniyet duyduklarını” belirterek, İran’a yaptırım konusunda Güvenlik Konseyi’nde olumsuz oy kullanmış olan bu ülke ile Türkiye’nin artık arabulucu olamayacaklarını açıkça söylemiş.
Öyle anlaşılıyor ki Güvenlik Konseyi’nde Türkiye ile birlikte yalnız kalmak Brezilya’ya ağır geldi. Şimdi geri adım atarak kendisini tekrar “tarafsız alana” çekmeye çalışıyor.
Bunu da kuşkusuz ABD ile ilişkilerini daha da bozmamak için yapıyor. Zira Washington’a birçok nedenden dolayı kızsa da, Brezilya’nın ABD’yi hoş tutması için somut ekonomik nedenler var. Peki, Brezilya bu işe başında niçin soyundu o zaman?
Belli ki, İran’dan binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen, Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olarak bir diplomatik başarıya imza atmak istedi. Bunu da Tahran’da geçen ay varılan takas anlaşmasıyla sağladığına inandı.
Fakat sonuçta işin sanılandan çok daha çetrefil olduğunu gördü. Rusya ve Çin’in de yaptırımlar tasarısını desteklemeleriyle bu işin sadece “ABD eksenli bir sorun” olmadığını anladı. Bazı rakamlar verecek olursak bu ülke açısından görüntü daha da netleşecektir.
Brezilya ile ABD arasında bugün 64 milyar dolarlık bir ticaret hacmi var. Türkiye’nin ABD ile ticareti ise Amerikan kaynaklarının 2008 rakamlarına göre 15 milyar dolar civarında. ABD’nin Türkiye’den ithal ettiği malların tutarına gelince bu 4,7 milyar dolardır. Aynı rakam Brezilya için 30,5 milyar dolar civarındadır.
Öte yandan ABD’nin Brezilya’daki doğrudan yatırımları, 2007 rakamlarına göre 40 milyar doların üzerindedir. Aynı rakam Türkiye için sadece 5 milyar dolar düzeyindedir.
Bu verilerden de anlaşılacağı gibi, Brezilya’nın BM’deki yaptırım kararının ruhuna aykırı davranma marjı geniş değil. Zira ABD ile daha fazla zıtlaşması kendi çıkarlarına da zarar vermeye başlayacaktır.
Oysa hızla büyüyen bir ekonomi olan Brezilya’nın hem ABD pazarına, hem de Amerikan yatırımlarına ihtiyacı var. Normal şartlarda devletler önce kendi ulusal çıkarlarını kolladıklarına göre, Brezilya’nın İran işini teraziye koyup çıkan sonuca göre “ben bu işte artık yokum” demesi doğal sayılmalıdır.
Ankara’nın durumu ise farklı çünkü Türkiye her şeyden önce, bölgesel bir ülke konumundadır. Attığı her adımın da bölgede dalga yaratma potansiyeli var. Bu yüzden Türkiye’nin bu işten Brezilya kadar kolay sıyrılması mümkün değil.
Ankara’nın İran’a yaptırımlar konusunda aleyhte oy kullanması ise başından beri güttüğü İran politikasının zorunlu sonucudur. Özetle AKP iktidarının İran’ın avukatlığını yapmaya devam etmekten başka bir seçeneği yok şimdi.
Demokrasi ve insan hakları başta olmak üzere, İran’a hiçbir konuda “toz kondurmaması” da buna razı olduğunu gösteriyor. Oysa Türkiye, her şeye rağmen, “arabulucu” olarak inanırlılığını koruyabilirdi.
Fakat bunun için İran’a da baskı uygulaması gerekiyordu. Bir örnek verelim: Tahran’da varılan takas anlaşmasından hemen sonra konuşan İran Atom Enerji Kurumu Başkanı Ali Ekber Salihi, bu anlaşmayla bir şeyin değişmediğini, uranyum zenginleştirmesine aynen devam edeceklerini açıkladı.
Ankara’nın o an devreye girip, varılan anlaşmanın ruhuna aykırı olan bu açıklamanın kabul edilemez olduğunu vurgulaması gerekirdi. Fakat Ankara, her şeyden önce kendi diplomatik çabalarının altını oyan bu açıklama karşında sessiz kalmayı yeğledi.
“Arabuluculuk” için zorunlu olan “tarafsızlığını” yitiren Türkiye’ye böylece İran konusunda “avukatlık” dışında bir rol de kalmadı. Tahran’ın bu gerçeğe göre pozisyon alıp, kendisine uluslararası düzeyde başka destekler aramaya başlaması halinde kimse şaşmamalı.