Türkiye’de cereyan eden dramatik gelişmelere bakıp “demokratikleşiyoruz” diye sevinmek mümkün. Yaşamakta olduğumuz “postmodern iç savaş”a taraf olanların bir cenahı bunu böyle görüyor. Diğer cenah ise bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin dağılma sürecine girdiğine inanıyor.
Peki, hangisi doğru? Konuya nesnel bir “üçüncü açıdan” bakmaya çalıştığımızda şunu görüyoruz: İçinde bulunduğumuz süreç Türkiye’yi daha fazla demokrasiye götüreceği gibi, ülkeyi kaosa sürükleme potansiyelini de içinde barındırıyor.
Dışarıdan bakıldığında da, Türkiye’deki gelişmelerin sanıldığından daha çetrefil olduğu anlaşılmaya başlandı. Los Angeles Times’ın konuyla ilgili son haber-analizinde de bu görülüyor.
Yazının özünde, Türkiye’de amansız bir güç mücadelesinin sürmekte olduğu varsayımı yatıyor. Taraflardan biri “ordu”, diğeri ise “AKP hükümeti” olarak tanımlanıyor. Bu nedenle de “ordunun darbe döneminin geride kaldığını kabul etmesi, hükümetin de kan davasını reddedip hukukun üstünlüğünü benimsemesi gerektiği” vurgulanıyor.
Burada bizce önemli olan ikinci şıktır. Zira Türkiye’de darbe döneminin kapandığına inananlardanız. Nitekim gündemi haklı olarak işgal eden “Balyoz Planı” bile 2003’e ait olduğu gibi, hayata geçirilememiş.
Bize göre, Soğuk Savaş’ın ortaya koyduğu dış konjonktür olmadan Türkiye’de eskisi gibi darbe olamaz. Zira Türkiye’de o tür bir darbenin başarılı olması için, geçmişte olduğu gibi, ordunun Batı’nın örtülü desteğine ihtiyacı var. Bugün bu desteği alması mümkün değil.
Darbe dönemi kapanmış olsa da, Türkiye’de, şiddet olasılığını barındıran sıcak siyasi gelişmelerin yaşanamayacağını söyleyemiyoruz. Hükümetin “kan davası” güttüğüne dair dışarıda yayılan varsayımın arkasındaki temel endişe de zaten bu.
Son gelişmeler üzerine hükümetten yansıyan kızgın salvolar da, AKP’nin bu tür bir mücadele içinde olduğunu dair izlenimi pekiştiriyor. Zira hükümetin, huzur ve istikrar adına, özellikle ciddi siyasi yansımaları olan hukuki konularda tarafsızlığını koruması gerektiğine dair bir inanç var.
Her partinin elbette ki bir siyasi oryantasyonu ve ideolojisi vardır. Ancak nesnel nedenler, iktidara gelindiğinde bunun bir noktadan sonra aşılıp ülkenin bütününün düşünülmesini zorunlu kılıyor.
Oysa AKP dünyanın gözünde kendisini, Los Angeles Times’ın yazısında da görüldüğü gibi, bu kavganın aktif bir tarafı haline getirmiş bulunuyor. Yabancı yatırımcıları da endişelendiren bu, yoksa Erdoğan’ı kızdıran köşe yazarları değil.
Yani borsa düşüyorsa, bu iktidara dönük kaygılar yüzünden oluyor, köşe yazarları yüzünden değil. Artan siyasi karmaşa karşısında hükümetin en önemli dayanağı ekonominin nispeten sağlam kalabilmesidir.
Türkiye’nin uluslararası kredi notunun artıyor olması da Başbakan Erdoğan için bu nedenle sevindiricidir. Ancak bu başarılı görüntüye iç siyasi nedenlerden dolayı gölge düşmeye başlayınca, Erdoğan bu kez “günah keçisi” avına çıkıyor.
Basına dönük ardı arkası kesilmeyen saldırıları, dışarıda artan bir şekilde bu çerçevede değerlendiriliyor. Erdoğan’ın köşe yazarları hakkındaki son çıkışından yansıyan anti-demokratik görüntü de bu nedenle not edilmiş bulunuyor.
Burada bir parantez açıp bizi geçen hafta Londra ve Viyana’dan arayan tanıdık portföy yöneticilerinden hiçbirisinin “niçin kötü yorum yazıp borsayı düşürüyorsunuz” diye sormadığını belirtmek isteriz.
Sorular daha çok “generallerin gözaltına alınmasıyla başlayana süreç nereye kadar gider?” veya “AKP iktidarı bu olanların arkasında mı?” türünden sorulardı. Özetle, yansıtılan endişeler köşe yazarlarıyla değil, hükümetle ordu arasındaki kavgadan yabancı yatırımcılara çıkacak olası zararlarla ilgiliydi.
Bu çerçevede hükümetin gerçekten demokrasiyi geliştirme çabası içinde mi olduğu, yoksa “ileri demokrasi” kisvesi altında devlet mekanizmalarının kendi cemaatine geçmesi için bir mücadele mi sürdürdüğü artık bilinemiyor. AKP iktidarı ise kuşkuları gidereceğine arttırıyor.