Hükümetin AB Komisyonu’nun bu yılki İlerleme Raporu’ndan hiç de memnun olmadığı görülüyor. Başbakan Erdoğan’ın AKP’nin Kızılcahamam’da gerçekleştirdiği “İstişare ve Değerlendirme Toplantısı”nda AB için kullandığı sert ifadeler de bunu ortaya koyuyor.
AB’nin önyargı açısından “otomatik pilota” bağladığı Kıbrıs konusu bir yana bırakılırsa, İlerleme Raporu’nun Türkiye’nin iç sorunları hakkında, her zaman olduğu gibi, bu yıl da nesnel olmaya çalıştığı görülüyor. Hükümeti asıl rahatsız eden de bizce bu.
Erdoğan’ı en çok kızdıran hususların başında, kuşkusuz, raporda gazeteci tutuklamaları ve basın özgürlüğü, Ergenekon ve benzeri davalarla KCK davası konularında yapılan eleştiriler geliyor. Sonuçta bunların hepsi son derece tartışmalı ve AKP için iç siyaset açısından huzur kaçıran meselelerdir.
Ancak, İlerleme Raporu’nun bu konularda getirdiği eleştiriler Brüksel’de masa başında “üretilmiş” değil. Bu eleştirilerin hepsi Türkiye’de ilgili kuruluşlar ve örgütler tarafından zaten yapılıyor. Raporun temel kaynağı da bu konularda Türkiye’de söylenen ve yapılanlardır.
İstemezsen yük kalkar
Komisyonun burada ek olarak yaptığı şey, bu söylenenleri ve gelişmeleri “AB Müktesebatı” açısından değerlendirmek ve Ankara’nın yıl içinde bu konularda attığı adımların “yeterliliğini” veya “yetersizliğini” tespit etmektir.
Buna da “iç işlerimize karışılıyor” diye tepki gösterecek durumda değiliz zira, AB adaylığını ve üyelik müzakerelerini isteyen biziz. “AB’yi istemiyoruz artık” dediğiniz an bu yük kalkar. Fakat Türkiye bugüne kadar bunu yapmış veya yapabilmiş değil.
AB Komisyonu, sonuç itibariyle ve doğası gereğince, “övgüde cimri, eleştiride cömert” olan bir kurumdur. AB içinde, “Yunanistan’ı niçin zamanında denetlemediniz?” veya “Hazır olmamalarına rağmen Bulgaristan ve Romanya’yı niçin üye yaptınız?” gibi soruların arttığı bir sırada komisyonun bu açıdan artık daha da katılaşacağı aşikar.
Buna karşın Türkiye’nin müzakere sürecinin mevcut durumda ilerlemediği de ortada.
Fransa’nın blokajı ve Kıbrıs yüzünden getirilen kısıtlamalar nedeniyle AB’ye karşı zaten tepkili olan hükümetin, bu nedenle bu yılki İlerleme Raporu’na “yol gösterici” bir belgeden ziyade, “siyasi ayak bağı” olarak baktığı belli oluyor.
Türkiye’nin üyelik müzakereleri normal bir şekilde ilerleseydi durum elbette ki farklı olurdu. “AB havucu” hükümetin “AB sopasını” yemesini kolaylaştırırdı. Ancak, böyle bir durum artık söz konusu değil. Dahası AB’nin Türkiye’deki reform sürecinin asıl lokomotifi olduğu da artık tartışmaya açıktır.
Oysa geçmişte bu lokomotif güç çok ciddi Anayasal reformların yapılmasını sağlamıştı. Fakat Ankara’ya açık bir üyelik perspektifinin verilmemesi, Sarkozy’nin ise ısrarla “Türkiye’nin üye olamayacağını” söylemesi Ankara’da AB için fazla bir iştah bırakmadı.
Meydan okuma güdüsü
Aksine, “AB bağı” pratik nedenlerden dolayı koparılamıyorsa bile, “AB’ye meydan okuma” güdüsü artık ön plana çıkıyor. Bunu Erdoğan’ın Kızılcahamam konuşmasında da açıkça görüyoruz.
AB’yi, tekrar “akıl tutulması” içinde olmakla suçlayan Erdoğan orada şunları söylemiş:
“Zaten ne halde oldukları da ortada. Dökülüyorlar, her şeyleri dökülüyor, üyeleri dökülüyor, parada pulda ne olduğu belli, Avrupa Birliği Merkez Bankası onlara para yetiştirmeye çalışıyor, karşılıksız para basıyor ama Türkiye onlarla ayakta durmuyor, kendisi milletiyle ayakta.”
Erdoğan’ın bu sözlerinde belli bir gerçek payı var tabii. Türkiye’nin değişimini sağlayan asıl lokomotif güç bizce de artık kendi somut ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarımız ve dinamik nüfusumuzdur.
Ancak, Cumhuriyet devrimlerine zamanındaki Avrupa müktesebatı nasıl bir şablon sağladıysa, AB müktesebatı da bugün için gerekli olan reformlar açısından aynı görevi yapıyor. Bunun AB üyeliği ile de bir ilgisi yok.
Hal böyle olunca, hükümetin İlerleme Raporu’na, “yeterince övgü içermiyor” diye kızmak yerine yapılan nesnel eleştirileri ciddiye alıp, bu konularda gereken adımları atması Türkiye için çok daha sağlıklı olacaktır.