Nesnel bir izleyicinin, ABD İnsan Hakları Raporu, AB’nin çeşitli organları ve yetkilileri ile AGİT ve BM’den yapılan yazılı ve sözlü açıklamalar karşısında, Türkiye’de basın özgürlüğünün gerilemekte olduğuna kanaat getirmekten başka çaresi yok.
Bu durum, Türkiye’ye “ileri demokrasi” getirme iddiasında olan AKP iktidarını kızdıracağına, “bu hale niçin düştük” diye düşündürmeli. Bu arada “içerde bizi dışarıya ispiyon edenler var” argümanına sarılmanın da bir anlamı yok.
Hükümet, Türkiye üzerine çöken bu olumsuz görüntüyü bu tür yaklaşımlarla istediği kadar bozmaya çalışsın, içerde ve dışarıda “gören, düşünen ve ilgilenen” insanlar farklı düşünüyorlar.
Öte yandan, Türkiye’de olanları hükümet gözüyle dünyaya anlatmaya gayret eden “yandaş basının” işi de zorlaştı. Yaşadığı Türkiye üzerine yıllardır yazılar yazan tanınmış gazeteci Andrew Finkel’ın, “İmam’ın Ordusu” hakkındaki yazısı nedeniyle, İngilizce yayınlanan “yandaş” gazetesinden bir çırpıda kovulması, o cenahta da takkeyi düşürdü.
Sonuçta Avrupa’da, ABD’de ve Türkiye’de bu işle samimi olarak ilgilenenler, basın özgürlüğünü “Ankara Kriterlerine” veya “Muammer Kaddafi İnsan Hakları Ödülü” perspektifine göre değil, evrenselleşmiş kriterlere göre değerlendiriyorlar.
Bu kriterlerden de hareket ederek, Türkiye’yi basın özgürlüğü konusunda sınıfta bırakıyorlar. Bunu da “kafadan” yapmıyorlar. Türkiye’de ilgili kişiler, kurumlar ve örgütlerle konuşarak, ve yaşanan aleni örneklere dayanarak hareket ediyorlar.
Bu arada, içişleri eski bakanı Beşir Atalay’ın “Türkiye’de basın ABD’den de özgür” şeklindeki karikatür sözleri ise, AKP açısından “imaj düzeltme” işini daha da zora soktu. Zira bu tür çıkışlar hükümetin durumu köklü bir şekilde düzeltme iradesine sahip olmadığını sergiliyor.
Aslında AKP iktidarının basın özgürlüğü konusunda Türkiye adına ortaya çıkmış olan olumsuz görüntü karşısında tümüyle duyarsız olmadığı da açık. Fakat “mazruf’tan çok zarfla,” ilgiliymiş gibi görünüyor. Kısacası, basın özgürlüğü konusunda Türkiye‘nin saygın imajı üzerine çökertilen kara bulutların hükümeti de endişelendiremeye başladığını görüyoruz.
Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’ün “terfi yoluyla” bu davadan el çektirilmesi de zaten günlerdir buna bağlanıyor. Bu arada hükümetin “iyileştirme” adına özellikle TCK 285, ile TCK 288’de bazı yeni düzenlemeler tasarladığı biliniyor. Yer darlığı nedeniyle bunların ayrıntılarına giremeyeceğiz.
Ancak, konuyu uzman gözüyle en iyi takip eden gazetecilerden olan Sedat Ergin’in 23 Mart tarihli Hürriyet gazetesindeki, “Basını rahatlatacak maddelerde belirsizlik var” başlıklı analizi, bu düzenlemeler hakkında da soru işaretlerinin olduğunu ortaya koyuyor.
AKP iktidarı “ileri demokrasi” dese de, geçmiş iktidarlar gibi o da basının, evrensel kriterlere göre, serbest bırakılmasına yanaşma cesaretini gösteremiyor. “Palyatif” adımlarla durumu geçiştirmeye çalışıyor. Fakat basın özgürlüğünü, örneğin ABD anayasasında olduğu gibi, anayasal güvence altına almaya çalışmıyor.
Bu arada sorulmadan, malum olan basit ve yüzeysel soruyu biz soralım: “Peki, gazeteciler yasaların üstünde mi?” Yanıtı da aslında basit. Hayır hiç bir ülkede gazeteceler yasaların üstünde değiller. Türkiye’deyse hiç olmadılar.
Gazeteciler de, iftiradan tutun yolsuzluğa, hatta ırza geçmeye ve cinayete kadar her suçu işleyebilirler. Şu sıralarda İngiliz “News of the World” gazetesinin başına gelenleri takip edenler bunu bilirler. İşlenen bu tür adi suçların cezaları da uygar ülkelerin yasalarında bellidir.
Burada ters olan şey, yasaların istenmeyen hususların gün ışığına çıkmasını engellemek için yazılı ve görsel medyayı sindirmek amacıyla kullanılmakta olduğuna dair algının içerde ve dışarıda yer etmeye başlamasıdır.
AKP iktidarı elbette ki bunun söz konusu olmadığını savunuyor. Ancak, giderek daha net görüldüğü gibi, ne Türkiye’de, ne de dünyada inandırıcı olamıyor. Türkiye’nin basın özgürlüğü karnesi de bu yüzden giderek bozuluyor.