Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Referandum zaferi Başbakan Erdoğan’ın uluslararası profilini daha da yükseltti. Bu yadsınamaz. Batı kendisini şimdi “ileri demokrasiye adım atıp Türkiye’yi AB’ye daha da yakınlaştıran lider” olarak alkışlıyor.
Referandum süreci de zaten Batı medyası tarafından daha çok bu açıdan izlenmişti. Hal böyle olunca, AB dışişleri bakanlarının Brüksel’de, üstelik referandumdan bir gün önce, toplanarak Türkiye ile ilişkileri değerlendirmeleri tesadüf olamaz.
Daha önce, Avrupa’da yaşanan olumsuz gelişmeler ışığında, Türkiye’nin AB perspektifinde bazı ayarlar yapılması gerekeceğini yazmıştık. AB tarafında da aynı ihtiyacın artan bir şekilde hissedildiği görülüyor.
Burada “özel bir ilişkiden” veya “AB üyeliğinden vazgeçilmesinden” söz etmiyoruz. Tam aksine gelişmeler, Türkiye-AB ilişkilerinin hem ekonomik, hem siyasi, hem de stratejik açıdan daha da derinleştirilmesi gerekeceğini gösteriyor.
Haberlere bakılacak olursa, Brüksel’deki toplantı sırasında Finlandiya Dışişleri Bakanı Alexander Stubb, “dünyadaki ilk beş en önemli ülke arasında olduğunu” söylediği Türkiye’nin bugün, AB’nin kendisinden veya münferit AB üyelerinden daha etkin olduğunu vurgulamış.
“(Türkiye) gerçekten de küresel bir oyuncudur ve onunla dış ile güvenlik politikaları konularında işbirliği yapmalıyız” diyen Stubb, Türkiye için “imtiyazlı bir ortaklık” gibi bir şey önermediklerini belirterek, Türkiye ile “derin entegrasyon ve işbirliğinden” söz ettiklerini kaydetmiş.
AB’nin açmazı da tam burada yatıyor. Türkiye’nin AB için önemi giderek artıyor, fakat göç ve İslam korkusu nedeniyle Türkiye’nin üyeliğine olumsuz bakan Avrupalıların sayısı da artıyor. Bu da “Türkiye’nin üyeliği” konusunun Avrupalı siyasetçiler tarafından seçmen önünde kolay savunulamayacağını gösteriyor.
Cumartesi günkü AB dışişleri bakanları toplantısı sırasında bile, Stubb’ın önerdiği “derin entegrasyon ve işbirliği” kavramının aslında “üyelik” anlamına geldiğini söyleyen ve buna karşı çıkan ülkeler olmuş. Bu üyelerin, Türkiye’nin güvenlik ve dış politika konularını ele alan AB toplantılarına katılması önerisine de soğuk baktıkları söyleniyor.
Peki, bu durumda ne yapılabilir? Sonuçta bir yanda Türkiye’nin Avrupa için artan önemi, diğer yandaysa Ankara’nın iyice yavaşlamış olan üyelik müzakereleri var. Bu arada, Türkiye’nin üyeliğine olumsuz bakanlar bile, dişe gelir önerilerle gidilmezse, Ankara’nın AB’nin tek taraflı olarak öne süreceği “derin entegrasyon” formüllerini kabul etmeyeceğini biliyorlar.
AB, Türkiye ile işlevsel ilişkilerini geliştirmek istediği bir sırada işte bu açmazı aşmaya çalışıyor. Ancak, bu açmazın en çok yaşandığı ülkelerden olan Almanya’nın Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle bile Brüksel’deki toplantı sırasında ihtiyatlı konuşma gereğini duymuş. Oysa kendisi Türkiye’nin AB üyeliğine karşı değil.
Çıkan haberlere göre Westerwelle, “üyelik perspektifi üzerinde durmak yerine AB’nin Türkiye ile ilişkilerini geliştirmesinin daha akılcı olacağını” belirtmiş. Ancak, yukarıda dediğimiz gibi, Westerwelle’nin sözünü ettiği ilişkilerin ikinci sınıf bir ilişki türünü çağrıştırmaması ve “derin entegrasyon” kavramını anlamlı kılması gerekiyor.
Bu konular önümüzdeki dönemde kuşkusuz çok tartışılacak. Buna karşın, Türk-AB ilişkilerinde yeni bir döneme girilmekte olduğuna dair sinyaller de artıyor. Daha önce dediğimiz gibi, AB’nin kendisi de hızla değişiyor ve entegrasyon konusunda farklı hızlarda ilerleyen üye kümelerinden oluşan bir birliğe dönüşüyor.
Bu da hem ekonomik, hem de siyasi açıdan büyük stratejik avantajları olan Türkiye’ye, AB içinde oluşan değişik üye kümeleri ile farklı konularda ve farklı derinliklerde anlamlı entegrasyona gitme olanağını sağlayacaktır. AB üyelik perspektifimize klasik ve kalıplaşmış açılardan bakmamız da bu gelişen durum karşısında yetersiz kalacaktır.