Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dünkü “Ulusa Sesleniş” nutkunu kimin tarafından icra edildiğini bilmeden kâğıttan okuyan herhangi bir vatandaş, bu metnin hangi siyasi şahsiyete ait olduğunu anlamakta bir hayli zorlanabilir.
Çünkü, bu metinde karşımıza çıkan mutedil, uzlaşı yanlısı, herkesi işbirliğine davet eden, sevgi adamı Erdoğan ile günlük hayattan tanıdığımız ve bu özelliklerin tam karşıtı bir çizgide tezahür eden, çoğunluk yüksek ses perdesinden konuşan Erdoğan iki ayrı kimliği gösteriyor.
İrticalen konuşurken kendini tutamayıp “öfke bir hitabet sanatıdır” diyerek, öfkesiyle iftihar eden Erdoğan’a alışık olanlar için, dün “gelin aklıselimle konuşalım, her türlü asabiyetten uzak duralım” cümlelerini telaffuz eden Erdoğan şaşırtıcı bir durum yaratıyor.
“Benim valim, benim istihbarat örgütlerim, benim vekillerim” diye başlayan cümleleriyle tanıdığımız muktedir Erdoğan ile dün söze her seferinde “biz” diye giren, birinci tekil şahıstan vazgeçmiş mütevazı Erdoğan bambaşka iki insan sanki...
Nedir, bir yanılsama mı var?
Hangisini esas almalıyız?
* * *
Erdoğan’ın dünkü çıkışı, hükümetinin belki de en iddialı ve cesur projesi olan Kürt açılımında ciddi bir durum değerlendirmesi ve özeleştiri yaptığını gösteriyor. Başbakan, belli ki, açılımın başarısı için yeni bir söylem ve politikaya yönelmek zorunda olduğunu teslim etmiş.
Kürt sorunu gibi ülkenin en zor ve en tehlikeli dosyasında, büyük bir toplumsal mutabakatı arkasına almadan, bu yönde bir konsensüs oluşturmadan çözüme gidebileceğini düşünmek, siyasi basiretten ve gerçekçi analiz yeteneğinden yoksun olmakla mümkündür.
Bu geniş mutabakat ihtiyacı, iktidara ve onun taraftarlarına ne kadar sevimsiz gelse de, hükümetin daha işin başında ana muhalefet partisi ile uzlaşı arayışına girmesini zorunlu kılıyordu. Çünkü, dün kabul etmek zorunda kaldığı gibi kendisi ve partisi “Türkiye’nin tamamı değildir.” Oysa hükümet, buradan başlamak yerine farklı bir yönteme yöneldi. Kullanılan yöntemin başarılı olmadığı herhalde gelinen noktada anlaşılmış olunmalıdır.
Sonuçta açılım çabası, ne yazık ki tam olarak kanatlanamadan kendisini yüksek bir çatışma ortamı içinde buldu. Bu kadar yüksek bir gerilim hattı üzerinde sorunun çözümü yolunda ilerleme sağlanabilmesi mümkün değildi.
Başbakan Erdoğan, bunu algıladıktan ve aynı zamanda yükselen milliyetçilik rüzgârıyla birlikte anketlerde partisi açısından beliren olumsuz yönelişi gördükten sonradır ki, bir vites değişikliğine gitme ihtiyacını hissetti.
Erdoğan, bu haliyle, aslında daha yolun başında vermesi gereken mesajı, seferber etmesi gereken uzlaşma ve işbirliği anlayışını çok önemli bir gecikmeyle telaffuz etmiş oluyor. İçişleri Bakanı Prof. Beşir Atalay’ın açılım sürecini 29 Temmuz tarihinde resmen açıkladığı hatırlanırsa, tam bir aylık bir gecikme söz konusu.
* * *
Başbakan, bu birleştirici üsluba, ortaya çıkışına hep birlikte tanık olduğumuz bu hasar yaşanmadan yönelseydi daha doğru olmaz mıydı?
Tabii, yöneldiği yeni üslubu ne kadar sürdüreceği ya da sürdürebileceği sorusu da önemlidir. Hatırlayalım ki, kendisi 22 Temmuz 2007 tarihinde partisinin genel merkezinde balkondan yaptığı “bütün Türkiye’yi kucaklama” taahhüdünü çok çabuk unutmuş, hemen ardından “en çok oyu alan her şeyi yapmaya yetkilidir” anlayışıyla otoriter bir yönetim çizgisine yönelmiştir.
Bu tartışmayı şimdilik bir tarafa bırakırsak, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin Kürt açılımının resmen dün başladığını belirtebiliriz.
Başbakan’ın yeni çizgisinde samimi olduğunu kanıtlaması halinde, CHP lideri Deniz Baykal’ın da tutumunu gözden geçirmesi ve partisinin geçmişte Kürt sorununda yapmış olduğu açılımları hatırlamasında yarar vardır.