Belgesel festivali Visions du Réel’de 25 Nisan’da ilk kez gösterilen müziğin yenilikçi ismi İlhan Mimaroğlu ve hayat arkadaşı aktivist Güngör Mimaroğlu’nu konu alan belgeselin yönetmeni Serdar Kökçeoğlu, klasik bir portreden kaçınmasının başka bir hikâye bulmasını sağladığını söylüyor...
Elektronik müziğin öncü ismi ve caz müziğin ünlü prodüktörü İlhan Mimaroğlu hakkında yapılan ilk belgesel “Mimaroğlu”, dünya prömiyerini 25 Nisan’da İsviçre’de düzenlenen belgesel sinemanın saygın festivali Visions du Réel’in Burning Lights isimli yarışma bölümünde yaptı. 1960’larda İstanbul’dan New York’a giden İlhan Mimaroğlu’na ve hayat arkadaşı Güngör Mimaroğlu’na odaklanan belgesel, Serdar Kökçeoğlu’nun imzasını taşıyor. İlhan Mimaroğlu’nun çektiği 8mm görüntülere yer veren, İdil Biret, Joe ve Julie Mardin, Kerem Görsev’in aralarında olduğu isimlerin anlatımlarını içeren filmi yönetmeni Serdar Kökçeoğlu’yla konuştuk.
‘Müziği ilerici’
Belgesele başlamadan önce İlhan Mimaroğlu sizin için kimdi?
1990’lardan beri elektronik müzik dinleyen, araştıran ve bunu hayatında önemli bir köşeye koymuş birisiydim. Fakat İlhan Mimaroğlu’nun müziğiyle tanışmam çok geç oldu. İzmir’de büyüdüğüm için kitaplarına ulaşmam kolaydı ama müziklerine ulaşamıyordum. Caz ve elektronik müzik hakkındaki kitapları ve ABD’de yazdığı günlükler beni çarpmıştı. O dönemde müziğini kafamda canlandırmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Müziğini dinlemeye başladığımda ise mesela “Trackt” albümü dinlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Caz vardı, elektronik müzik vardı. Diğer yandan Tülay German’ın sesiyle şekillenmiş politik bir manifestoya da benziyordu. Punk müziğin olmadığı ama punk ruhu taşıyan bir albümdü. Bir insanın hem Amerika’daki sokaklardan hem Türkiye’de sol muhalefetten aldığı duygu ve düşüncelerle karmakarışık gözüken ama derli toplu ve ciddi bir albüm yapması beni çarpmıştı. Müziği politik olarak içeriğiyle de estetiğiyle de ilerici. Mimaroğlu, benim için olduğu gibi Türkiye’de benzer müzik dinleyen insanlar için gizemli biriydi. Çünkü hem elektronik müziğin başlangıcında yer almış hem cazda önemli bir prodüktör olmuş ama hak ettiği kadar da popüler olmamış. Acaba neden diye düşündüren, gizemli kılan, fenomen gibi bir yönü vardı.
60’ların ruhu
Bu kararı verme süreciniz nasıl oldu?
Onların hikâyelerini ayrı düşünmek çok zor. 50 yıllık bir beraberlik olmasının ötesinde İlhan Bey’in müziğinin politikleşmesinde Güngör Hanım’ın etkisini anladım. Klasik olmayan bir Mimaroğlu hikayesi yapmaya karar verdiğimde ekibi oluşturmaya başladım. Yapımcı Dilek Aydın, hem entelektüel hem yapımcı kimliğine sahip biri. Erdem Helvacıoğlu ve ABD yapımcısı olarak Esin Uslu devreye girince, avangart bir iş yapabilecek bir ekip oluştu. Kadın ağırlıklı bir ekipte çalışıyor olmak beni çok besledi ve zenginleştirdi. Son dönemde sinemada erkek bakışı ve bunun yol açtığı problemler çok tartışılıyor. Yeni izlediğim bir erkek sinemacı hakkındaki bir belgeselde hayat arkadaşı sık sık “Birlikte çalışır, yazardık” diyordu. Ama “Siz neler kattınız, nasıl çalışıyordunuz?” diye sorulmadı mesela. Onun katkısının görmezden gelmesi çok rahatsız ediciydi. Ekiple İlhan - Güngör Mimaroğlu dengesi üzerine çok tartıştık. İkisini birlikte anlattığınız zaman 1960’lar ruhu taşıyan bir aşk hikâyesi ortaya çıkıyor. Bir avangart sanatçı ve aktivistin aşk hikâyesi sanki radikal sanatlar ve radikal siyasetin de metaforuymuş gibi geldi bana.