Hükümet, FETÖ ile mücade-lesini çeşitli cephelerde sürdürüyor. Hem Türkiye’de hem de yurtdışında. Örgütün finans kaynaklarını kurutmaya, propaganda kapasitesini azaltmaya, bürokrasideki etkinliğini kırmaya çalışıyor. Rakamların dili istatistik disiplininin sağladığı ikna kolaylığı nedeniyle en fazla istihbarat kurumları, mahkemeler ve hapishaneler çalışıyor. Ne de olsa bürokrasinin başarı adına sunduğu rakamlar herkese cazip geliyor.
Ancak, “at izi it izne karışınca”, sıradan insanların küçük ama can sıkıcı hikâyeleri FETÖ’nün yaptıklarını gölgede bırakmaya, rakamlara olan güveni sarsmaya başlıyor. FETÖ gibi kitle tabanlı ve küreselleşmiş bir örgütle mücadele bütün bunlardan daha fazlasını, hassas ve sofistike yaklaşımları gerektiriyor. Bunun içinde “örgütü” iyi tanımak, izlemek lazım.
Küreselleşmiş bir örgütün liderinin hikâyesini ambalajlama ve pazarlama yeteneğini sergilediği en iyi örneklerinden birini geçen hafta izledik. Örgüt lideri Gülen, 23 Eylül 2016’da Alman ZDF televizyonunda yarım saatlik bir röportaj verdi. Röportaj birkaç açıdan öğreticiydi.
Devletle mücadelesinde uluslararası desteği yanına almak isteyen, en azından nötr tutum takınmaya teşvik edici biri olarak hazırlık yapmıştı. Yurtdışında devletler kadar kamuoyunun da önemli olduğunu biliyor ve mesajlarını bu yönde kodluyordu.
Her haliyle iyi bir pazarlamacıydı. Malını, “fikirlerini”, satmadan önce piyasanın durumu ve müşterileri hakkında gerekli verileri topladığı, detaylı analiz ettiği, müşterilerin beklentilerini doğru tespit ettiği açıktı. İletişim kurmak için fikirlerini yerelleştirmişti. Sıradan bir Alman’ın anlayacağı bir biçimde Alman tarihinden, Napolyon’dan, 1940-45 arası Avrupa tarihinden referanslar verdi. Her haliyle strateji ve taktikleri önceden belirlediği açıktı.
Program boyunca o bildiğimiz öfke nöbetlerine tutulmuş, sık sık ağlayan adam gitmiş, görünürde sakin, yumuşak, mazlum, zavallı, anlayışlı, eziyet görmüş, radikallikten uzak “sufi” fikirlere sahip, din ve düşünce adamı sahnedeki yerini almıştı. Rakibinin fikirlerini, tutumunu politikalarını eleştiriyor ancak şahsına saygılı ifadelerle hitap ediyordu. Adeta bir “İngiliz centilmeni” veya orta sınıfa mensup Pensilvanyalı bir Amerikalının bahçe komşusuyla ilişkilerinde gösterdiği anlayış ve titizlikle davranıyordu.
Alman seyircilerle ortak nokta ve “değerlerinin çokluğu” şaşırtıcıydı. Dürüstlük, saygı, barış, demokrasi, insan hakları, cumhuriyet, Avrupa Birliği, NATO, kadınların seçimine saygı, muhalif fikirlere tahammül, medya özgürlüğü, otoriter eğilimleri ret, açıklık ve şeffaflık bunlardan bazıları.
Hukuk ve yasa da önemli bir konuydu. Elbette yabancılar de yaşadıkları ülkelerde bunlara uymalıydı. İnsanlığın açlık, yoksulluk ve cehaletle mücadelesine yaptığı katkıya vurgu çarpıcıydı. Bu arada Almanların anlayacağı biçimde Protestan ahlakın temel ilkelerinden söz etmeden de geçemedi. Umut, pozitif düşünce, ahlak, bilgiye hürmet, kitap ve elbette çalışma.
Gülen’e göre ortada bir örgüt, ideoloji falan yok. Darbeler çok kötü hadiseler. Geçmişte darbelerin mağduru ve bu nedenle 15 Temmuz ile alakası olamaz.
Röportaj, malların, fikirlerin ambalaj ve sunumunun “yerel” pazar koşullarına ve müşterilere nasıl uyarlanacağı ve örgütün becerilerini göstermesi bakımdan öğretici. Bir defa daha önemli olanın gerçekler değil, algılar olduğu, tarihin görüntü, söz ve tek kare resmilerle yazıldığı bir dönemden geçtiğimizi anladık. İzlerken, sanki bu ülkede hiç yaşamamış, gelişmelere canlı müdahil olmamış gibi hissetmedim değil. Alakalılarına: İzlediğim kadarıyla, FETÖ liderinin davranışları “şok”tan çıkmaya başladığı intibaını uyandırıyor.