FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişimini çeşitli yönleriyle tartışmaya devam ediyoruz. Daha uzun süre tartışmaya da devam edeceğiz. Öne çıkan konuların başında istihbaratın rolü ve sorumluluğu geliyor.
Disiplinin dışından bakanlar için olup bitenler hayret verici olabilir. Ancak tarihin tozlu raflarında göz göre göre gerçekleşmiş binlerce istihbarat fiyaskosu bulabilirsiniz. İkinci Dünya Savaşı’nda Japonların Pearl Harbor baskınından Mossad’ın karizmasını çizdirdiği 1973 Arap İsrail savaşına, CIA’nın öngöremediği İran İslam Devrimi’nden 11 Eylül saldırısına kadar...
15 Temmuz darbe girişiminin meşhur “istihbarat” hikâyesini artık herkes biliyor. Bir pilot binbaşı, aynı gün, MİT nizamiyesine gider. Bir süre kapıda bekletildikten sonra ilgililerle görüşür. Onlara kendisinin o akşam, helikopteri ile MİT karargâhına yapılacak baskında görevli olduğunu söyler.
Bu “altın” değerindeki “bilgi”, doğru analiz edilip, tam zamanlı ve kaliteli bir “istihbarata” dönüştürülemedi ve sonunda işler kontrolden çıktı. Hareketin sadece ve sadece “Hakan Fidan’ı” hedef alacağı biçiminde üretilen istihbarat, milleti, Cumhurbaşkanı’nı, hükümeti ve diğer karar alıcıları “stratejik sürprizlerden” koruyamadı.
Bu noktada üç farklı sorun olduğu anlaşılıyor. İlki, o tarihe kadar ülkenin tüm istihbarat örgütlerinin gelişmelerden haberdar olamamaları. Bu, yazının konusu değil. İkinci sorun hatalı “analiz” yapılması. Üçüncü konu ise müşterinin, Genelkurmay’ın, reaksiyonunuyla ilgili. Özellikle istihbarat alındıktan sonra eksik değerlendirilmesi, doğru kullanılmaması ve basiretli davranılmamasından söz ediyoruz.
Kitap, böyle sorunlu bir tablonun ortaya çıkış nedenlerini listelemiş. Elbette kötü bir niyet yoksa diye işe başlamış. Eğer gelişmeleri bizim hadiseye uyarlayacak olursak, kitap ilk önce ideolojik önyargılara işaret ediyor. “Yok canım, bunlar böylesine karmaşık bir işi planlayıp yapamazlar, darbe bana çok mantıklı gelmiyor” yaklaşımı.
İkincisi, insan zihninin genelde “aşırı rahatsızlık verici” analizlerden kaçınma temayülünün olması. Özellikle de cuma günleri mesai bitimine yakın.
Üçüncü neden, “dar bakışlılık” olarak tarif ediliyor. Hayat normal devam ederken, Hakan Fidan’ı hedef alan bir hareketin ikinci, üçüncü safhasının ne olabileceğinin, olamayacağının sorgulanmaması buna iyi bir örnek olabilir.
Dördüncü neden, statükoya dair güçlü önyargı. FETÖ geçmişte de denedi, 7 Şubat 2012’de, ama başaramadı. Şimdi de “bize” bir şey olmaz.
Beşincisi, olgunlaşmış tartışmalardan önce, hızlı ve kalıplaşmış bir “fikre sahip olmak”. Bunun nedeni çoğunlukla, profesyonel analist yerine “sıralı” amirlerin analiz yapmasıdır. Özellikle de “aferin” almak için.
İstihbaratçıların üstesinden gelmesi gereken en önemli konu, “karar alıcıların beğenmedikleri istihbaratı kabul edememe” sorununun nasıl çözüleceğidir. İstihbarat disiplininde de “Cassandra Sendromu” olarak tarif edilen bu hal, önemli bir konudur. Kötü haberin ileteni olmak “bürokraside” iyi bir fikir değildir. Nitekim eski Mısır’da, firavunun kötü haber getirenleri öldürmesinin olumsuz etkilerini bugün de tüm sektörlerde görmek mümkündür.
Buraya kadar “analiz” hatalarından, başarısızlığından söz ettik. Kitap istihbaratı kullananların hatalarından, yetersizliklerinden de söz ediyor. İstihbaratı akıl süzgecinden geçirmeyen, yanlış okuyan, hatalı tepki veren karar alıcılar gibi. Tıpkı 15 Temmuz’da Genelkurmay Başkanlığı’nın içine düştüğü durumu gibi.
İstihbaratı bilim, sanat ve kurumsal kültürün bileşkesi olarak gören ülkeler, işin daha iyi yapılması için hatalardan ders çıkartırlar. Gazetelere göre, MİT yeniden yapılandırılmış. İstihbarat’ın gizli devlet faaliyeti olması nedeniyle değişimin boyut ve içeriğine vakıf olmamız mümkün değil. Temennimiz, iç istihbaratta da “analizin” profesyonel bir iş, “analiz bölümünün” istihbarat üretiminin vazgeçilmez parçası olduğu fikri kabul görmüş ve çözümü basit, sonuçları ağır soruna tedbir alınmıştır.