Cumhurbaşkanı ile çıktığımız Suudi Arabistan seyahati birçok bakımdan unutulmazdı. Temposu, manevi yoğunluğu, aramızdan birinin gözlerimizin önünde kayıp gitmesi, 28 derecelik bir sıcaktan buz gibi bembeyaz bir İstanbul’a inmek, simsiyah uzun mantolardan yılbaşının rengârenkliğine geçmek... Bu seyahatin belli başlı gelişmelerini ve Cumhur-başkanı’nın uçakta bizlere yaptığı açıklamaları okudunuz. Bu gün sıra gözüme takılan diğer detaylar ve seyahatin ardından yaşananlarda...
Orada olmak
Geçtiğimiz salıyı çarşambaya bağlayan gece benim kişisel tarihimde ‘orada olmak’ diye tanımlanabilir. Zira hayatımda ilk kez ayak bastığım Suudi Arabistan topraklarında yalnızca ilk kez umre yapmadım. Çok az kişiye kısmet olan çok özel, çok tarihi bir umre yaptım.
En yoğun duygunun Kâbe’yi ilk kez gördüğünüzde yaşandığını söylerler. Karşılaştırma yapamam ama Kâbe’yi ilk gördüğümde hissettiğim büyük bir aşinalık ve belirgin bir hüzündü. Çepeçevre bir hüzün. Sizi etrafınızdan koparan, onca kalabalık içinde sanki dünyada bir tek siz varmışsınız gibi hissettiren bir hüzün. Daha sonra manevi bir gücün beni içeriden sarmaya başladığını duyumsadım. Bir sıcaklık geldi, tam yüreğime kondu. O an babam için ağlamaya başladım. Ve dua ettim. Sonra büyük bir itiş kakış içinde Kâbe’ye girmeyi başardık. Öyle yoğun hisler içindeydim ki doğru dürüst bakamadım bile etrafa. Çok sıcak olduğunu, nemden ve sıcaktan nefes almakta zorlandığımı hatırlıyorum.
İçerisi karanlıktı. Bütün heyetin huşu içinde namaz kıldıklarını gördüm. Her yerin bembeyaz mermer olduğunu, tavanda kandillerin asılı olduğunu fark ettim ve diz çöktüm. Ellerimi açıp dua ederken Ela ve Yasemin’in özlemi öyle bir sardı ki beni kelimeler birbirine karıştı. Ve yine babam geldi zihnime. Uzun uzun bütün aileme dua ettim.
Ben çok inançlı bir ailede büyümedim. İslami bir eğitim almadım. Laik bir çevrede yetiştim ancak Kâbe’de hissettiğim o ruhsal yoğunluk kim olursanız olun, hangi hayat tarzından gelirseniz gelin herkes için tekti...
Kâbe’yi kurtarmak
Böyle bir maneviyattan kafanızı kaldırdığınız an, modernitenin en somut örnekleriyle karşılaşıyorsunuz. Kâbe’nin etrafı söylendiği kadar varmış. Dört bir yanda dev oteller ve her yeri sarmış iş makineleri... Öncesini bilenler anlatıyor: Çevresini daraltıyorlarmış. Benim gördüğüm, dört bir koldan bir kuşatma yaşandığı ve çok çirkin bir manzara oluştuğuydu. Hiçbir şey yapılmasın demiyorum. Oteller elbette olsun ancak güzel ve insani yapılsın! Mekke çok çirkin bir şehir. Daha doğrusu, şehirleşmeden dahi bahsedilemez çarpıklıkta. Bir de üzerine Kâbe’yi tamamen boğan o binalar inşa edildikçe insan hakikaten böylesine kutsal ve bütün dünya Müslümanlarına ait merkezin nasıl pervasızca bu hale getirilebildiğine şaşıyor. Keşke o bölgeyi başını Türkiye’nin çektiği çok uluslu bir organizasyon düzenleyebilse...
Yılbaşı gecesi çilesi31 Aralık günü, Arabistan’ın sıcağından karlar altında bir İstanbul’a indik. Vardığımızda saat 17.30’du ve tipiden göz gözü görmüyordu. Bir ara Şeref Salonu’nda elektrikler kesildi. Adeta bir afetin ortasında kaldık.
Benim yolum uzundu, zira 21.25’te Antalya’ya uçağım vardı. Tabii teorik olarak... Büyük bir fırtınanın ortasında sabahtan beri birçok uçuş iptal edilmiş, geri kalanları saatler süren rötarlarla kalkıyor. Ancak bütün aile Antalya’da, kızlar burnumda tütüyor... Gözümü kararttım. Beklemeye başladım. CIP’e oturduğumda saat 18’di ve benim uçak 22.55’e alınmış görünüyordu. Tam 5.5 saat oturarak, defalarca kapıya gidip sorarak, saati 23.30 yaptım. Üstelik 2 gecelik uykusuzluk, binlerce kilometrelik yol, saatlerce uçuş ve bir vefat üzerine... 23.30’da uçağa aldılar. Hemen sevinmeyin! Uçakta tam 2 saat olduğumuz yerde bekledik. Evet, evet tam yeni yıla girdiğimizde İstanbul-Antalya uçağının içinde yerde, dışarısı tipi altında, uçaktaki herkes delirmiş durumda, bir kısmı pilota, bir kısmı hosteslere küfreder haldeydi. Umrenin verdiği huzur olsa gerek, sinirlenmedim bile... 2’de uçak kalktı ve sabaha karşı 3.30’da kızlara kavuşabildim. Hoş geldin 2016!