Papa Francis’in Türkiye ziyaretiyle hep kafamın bir köşesinde duran bir soru daha da anlam kazandı: Batı dünyasının ‘ekümenik’ olarak tanıdığı Patrik Bartholomeos’u Türkiye neden hâlâ ve ısrarla ‘Fener-Rum Patriği’ diye küçültmeye çalışıyor? ‘Yeni Türkiye’den bahsediyorsak şayet, kendine güvenen, geçmişiyle barışan ve her türlü inanca saygı gösterdiği iddiasında olan bir Türkiye’den, o zaman bu ısrar bir tezat oluşturmuyor mu?
‘Ekümenik’ sıfatını Patriğin önüne ekleyen yani ‘Cihan Patriği’ kavramını bu topraklara getiren Yavuz Sultan Selim’di. Mısır’ı fethettiğinde Antakya ve İskenderiye patrikhanelerini İstanbul Rum Patrikhanesi’ne bağlayarak Patriği de ‘ekümenik’ ilan etmişti Selim. Bu, Lozan’la değişti. Patriğin ‘Yeni Roma’nın ve Konstantinopol’ün Başpiskoposu ve Evrensel Patriği’ unvanı kaldırıldı, yerine küçücük bir semtin kilisesinin din adamıymışçasına Fener-Rum Patriği dendi. Öyle olsa Katolik dünyasının Ruhani lideri bir semt papazını mı ziyaret eder? ABD Başkanı’ndan Başkan Yardımcısına, Batılı dünya liderlerinden dünyaca ünlü sanatçılara kadar Türkiye’ye gelen birçok önemli konuk Patrikhane’ye mi gider?
Bütün Batı dünyası ve Türkiye’deki demokrat kamuoyu yıllardır zaten Patriğe olması gerektiği gibi hitap ediyor. Tanıdığım kadarıyla, resmi tarih tezlerine cesurca meydan okuyan, Türkiye’yi büyük geçmişiyle barıştırma ideali taşıyan Başbakan Davutoğlu’nun dünya görüşü ’eski Türkiye’yi yansıtan ‘Fener-Rum Patriği’ yakıştırmasına tamamen ters. Bunca tabu yıkılırken Sayın Başbakan’a bu konuyu da hatırlatayım istedim: Gelin, bu ülke ve Hıristiyan dünyası için önemli bir değer olan Patrik Bartholomeos’a özgüvenli bir şekilde ‘ekümenik’ sıfatını devlet olarak geri verelim. Bir ayıbı daha tarihe gömelim...
Konunun baraj olmadığı baraj tartışması
Anayasa Mahkemesi üzerinden yapılan baraj tartışması yine bazı çevrelerin iştahını kabarttı. Acaba sandıkla deviremedikleri Ak Parti iktidarını yine sandık dışı yollarla zayıflatabilir miyiz hevesine kapıldılar ve AYM’den medet umar hale geldiler. Mesele çok konuşulduğu için ve ben de televizyonda bu konudaki fikrimi söylediğim için uzatmayayım: Konu baraj meselesi değil, Meclis’in yasama yetkisini daha önce de örneklerini gördüğümüz gibi yok sayma meselesidir. Gülay Göktürk geçtiğimiz perşembe günü Akşam gazetesinde “Bir kere de siyasetle yenmeyi deneseniz” başlıklı, her satırına katıldığım bir yazı yazdı. Okumanızı tavsiye ederim. Ben de yüzde 10 barajını çok yüksek bulan ve yüzde 5’lere inmesi gerektiğini söyleyenlerdenim ancak bunu değiştirmenin yeri yasama organıdır!
Kitaplıkta bulduğum zamanlar
Bu hafta epeydir okumadığım bir eski dost çarptı gözüme kütüphanemde. Halil Cibran... Aforizmalarını ezberlediğim üniversite günlerime ışınlandım sanki...
Ah ne zamanlardı! Ne mutlu, ne çok enerji doluyduk. Hep bahar kokardı hayat sanki. Babam gitmemişti her şeyden önce. Yokluğu yoktu. Bu zamanlardan o zamanlara bakabilseydim şayet, önce kendi yüzüme iyi bir tokat atardım. Kıymetini bil, hakkını ver derdim.
Canınızdan çok sevdiğiniz birinin yokluğunu bilmemek zamanlarıydı o zamanlar. Bilmek ve bilmemek. Aradaki fark hayatı beyazdan siyaha değiştiren bir kavşakmış meğer...
Neyse... Cibran’dan üç aforizma geldi bu yazı için içimden. Nedense...
- Sen duyduklarına inanıyorsun. Söylenmeyenlere inan... Çünkü insanın sessizliği sözcüklerden daha yakındır gerçeğe.
- Biz sevinçlerimizi ve hüzünlerimizi onları yaşamadan çok önce tercih ederiz.
- Bana kulak ver ki sana ses verebileyim.
Bu filmi izleyin
28 Kasım’da ‘Gece Vurgunu’ adıyla vizyona giren ‘Nightcrawler’ adlı filmi gözden kaçırmış olabilirsiniz. Çok fazla üzerinde durulmadı. Halbuki iletişim fakültelerinde gösterilmesi gereken bir film ‘Gece Vurgunu’. Çok sert bir medya eleştirisi. Şiddet ve medyanın ABD’de geldiği boyutu tokat gibi anlatıyor. Kazaları, soygunları takip eden gece muhabirlere öykünerek bir kamera edinen şiddet eğilimli bir karakter üzerinden haber-gazeteci, haber-şiddet ve sorumlu yayıncılık kavramlarını delik deşik eden bir hikâyeye tanık oluyorsunuz. Muhakkak izleyin...