Çocukluğumun 23 Nisanlarından aklımda melodisi kalan bir şarkıyı geçen cumartesi bizim kızları anaokullarındaki 23 Nisan kutlamalarına götürdüğümde yeniden dinledim. Daha doğrusu ilk kez sözlerini dikkatle dinledim. Hepiniz bilirsiniz aslında bu şarkıyı, şöyle başlar: ‘Sanki her tarafta var bir düğün / Çünkü en şerefli, en mutlu gün / Bu gün 23 Nisan / Hep neşeyle doluyor insan...’ Şarkının devamında ise şunlar var: ‘İşte bu gün bir meclis kuruldu / Sonra hemen padişah kovuldu / Bugün 23 Nisan / Neşe doluyor insan...’
23 Nisan hakikaten güzel bir gün. Bir milletin farklı görüşlerden vekillerle meclis kurması, işgal altındaki vatanına sahip çıkan direnişi taçlandırması, bu günün daha sonra Atatürk tarafından çocuklara armağan edilmesi... Son derece olumlu, mutlu bir gün 23 Nisan. Böyle bir günü anlatırken ‘padişah kovuldu’ ifadesi kullanmak, üstelik bunu minicik çocuklara söyletmek büyük bir yanlış değil mi? Üstelik maddi olarak da hatalı! Padişah Vahdettin hemen yani 1920’de ‘kovulmadı’ ki. (Büyük bir imparatorluğun temsilcilerine yönelik bu yanlış üslubu aynen göstermek için bu kelimeyi kullanıyorum-na) 1922’de bir gemiye bindirilerek Malta’ya gitti. Geri kalan saltanat üyeleri de 24’te gönderildi.
Bu gün bu hamaset dilinin yanlış olduğundan bahseden, yeni Türkiye’ye işaret eden, Osmanlı saltanatının hayattaki üyelerini yeniden kazanmak isteyen Ak Parti iktidarının Milli Eğitim Bakanlığı bu şarkının sözlerinin farkında değil mi? Böyle şarkılar neden hâlâ söyletiliyor? Neden bir müfredat değişikliğine gidilmiyor?
Yargıtay’ın kararı doğru diye bunları unutacak mıyız?
Ergenekon davasının Yargıtay’ın kararıyla tamamen çökmüş olduğunun gözler önüne serilmesi bize bazı şeyleri unutturmasın: Bu ülkenin çok ciddi bir asker ve derin devlet sorunu vardı. Ak Parti iktidara geldiği andan itibaren, 28 Şubat’ta başardıklarını yeniden uygulamaya koymak ya da darbe tertipleri yapmak için birtakım çevreler harekete geçtiler. Herhalde o dönemin MGK’larının tanıklarını dinlemek, Özden Örnek ve Mustafa Balbay günlüklerine göz atmak hafızaları tazelemek için oldukça yeterlidir. Bunlar da yetmezse 5-7 Mart 2003 tarihli Selimiye kışlasındaki plan semineri resmi kayıtlarını dinleyin...
İkinci başlık yani derin devletle ilgili ise Danıştay saldırısından başlayarak Rahip Santoro, Malatya Zirve ve Hrant Dink cinayetlerini gözden geçirmek gerek. 2006-2007 yıllarında art arda ve çok korkunç cinayetler işlendi. O dönem ‘misyonerlik hortluyor’ gibi abuk subuk haberler ulusalcı çevreler tarafından yayılıyor, öte yandan Hrant Dink medyada şeytanlaştırılıyordu. Orhan Pamuk, Elif Şafak yazdıkları kitaplar ve verdikleri demeçler nedeniyle mahkeme kapılarında süründürülüyor, hep belli gruplar tarafından sokaklarda adeta linç ediliyorlardı. O dönemin havası hiç de öyle tesadüfi değildi.. Tıpkı art arda işlenen bu cinayetlerin adi cinayetler olmadığı gibi...
Peki, ne oldu? Acaba darbeyi çağırmak isteyen, Batı’ya ‘Bakın, İslamcı AKP iktidarında Hıristiyanlar öldürülüyor’ deyip, kaosu bahane ederek bir darbe yapmak isteyenler mi vardı bu olayların arasında? Yoksa senaryoyu böyle gösterip Ergenekon soruşturmasını başlatmak isteyenler olağan şüphelileri kendi ağlarına mı düşürdüler?
Bu sorular ortada... Ergenekon davası ardında birçok mağdur bıraktı ve bunun hesabının hukuk içinde sorulması şart. Yargının ve emniyetin içindeki paralel yapılanmanın ne kadar büyük bir tehlike olduğu bu dava süreçlerinin detayları aydınlandıkça daha net ortaya çıkıyor. Öte yandan, Yargıtay’ın kararı 2000’lerin başında bu ülkede darbe planları yapılmadığını ya da 2006-2007’deki karanlık cinayetlerin devletle ilişkisi olmadığını kanıtlamaz. Aksine, aydınlık için diye başlayıp bizi kendi karanlıklarına sürüklemek isteyen yapının oyununun bittiğini ve esas sürecin şimdi başlaması gerektiğini kanıtlar!
Not: Hayatımda Zekeriya Öz’le de Ali Fuat Yılmazer’le de ne yüz yüze görüştüm, ne telefonla konuştum, ne de herhangi bir iletişim kurdum. İftiracılara duyurulur.
Venedik diye başlayıp Marakeş’te biten doğum günü hikâyesi
Herhalde bu yılki doğum günüm hayatımın sonuna kadar anı defterinde baş köşelerde olacak. Öyle tuhaf, öyle inişli çıkışlı, öyle hareketli ve eğlenceliydi ki... Her şey Venedik’e gitme planıyla başladı. İki günlüğüne İstanbul’dan uzaklaşacak, birkaç arkadaşla Venedik sokaklarında turlayacak, doğum günümü bahane edip biraz kafa dinleyecektik. Her şey hazırlandı. Rasim’in annesi, babası İzmir’den kızların yanına geldi. Oradaki hava durumuna göre tam 2 günlük bavul yapıldı, ben her zamanki gibi gideceğimiz yerdeki yerel ve küçük lokantaları günlerce çalıştım, merak ettiklerimde yer ayırttım...
Kısacası her şey hazır, havaalanında check-in’i yaptık, uçağa geçiyorduk ki... Görevli beni kolumdan tutuverdiii... ‘Pardon, vizenizi bulamadım, bana yardımcı olur musunuz?’ Baktım, bir sayfayı işaret ediyor, üzerindeki Schengen olmasına Schengen de. Süresi 10 Mart 2016. Hani filmlerde ani gelişmeler karşısında kamera şaşkınlığı göstermek için dönmeye başlar... Meğer gerçekmiş o efekt. Bir anda etraftaki insanlar, elimdeki bilet, karşımdaki kız, hepsi ama hepsi dönmeye başladı! Evet, doğru ben mayıs diye hatırlıyorum ama vize martta bitmiş! Bundan sonrası ışık hızında yaşandı. Yanımızda gerçek dostlar olması ne kadar önemliymiş meğer! Hemen beni sakinleştirme ve ‘Boş ver, bulduğumuz ilk uçağa biner ve vizesiz bir yere gideriz’ önerisi... Ve o andan itibaren bilet iadesi vs gibi bürokratik işlemlerle uğraşıp nereye gitsek hayali kurmaya başladık. Düşünün, elimizde 2 günlük Venedik bavulu (bu arada ilk gün zaten havaalanında bitmek üzere ve o gün benim doğum günüm), karşımızda dünya haritası... Beyrut dedik, saati tutmadı, Tunus dedik, olmadı... Ve en sonunda aklımıza Fas geldi, bir de Kazablanka uçuşunun saati bize uymasın mı? Böylece sabah geldiğimiz havaalanından akşam 5’te havalandık, 5 saatlik uçuşun ardından Kazablanka’ya vardık. Oradan ver elini Marakeş! Suyun kenarında 2 serin gün yerine çölün ortasında 4 sıcak gün... Buradan kendime çıkardığım not: Bu yıl beni plansız, güzel şeyler bekliyor...