Adlandırma ve tanımlama hakkını ele geçirmek, kendi anlayışını hakim kılmanın en etkili yollarından biri olarak görülür. Hele bir de bu konuda tekel kuruldu mu, başarı (yani hakimiyet) perçinlenmiş sayılır.Bütün ülkelerin halini bilmesem de, bu anlamıyla “dil meselesi”nin en yakıcı yaşandığı toplumlardan biri olduğumuzu iddia edebilirim. Bunu en iyi teşhis edebileceğimiz alanın da, Kürt sorunu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
İnkar, on yıllarca Kürt sorununa yaklaşımın asli politikası oldu. İnkâr politikalarının “dil”e yansımasını ise, “adını teslim etmemek” diye özetleyebiliriz. Yok sayma üzerine kurulu bu modelin her bir basamağı zaman içinde çöktü. Önce Kürtler yok sayıldı. Bunu sürdürmek imkansızlaşınca, Kürde Kürt denildi, ama bu sefer de Kürt sorunu tanımlamasından kaçıldı. Aynı döngü PKK olgusunu ve Öcalan faktörünü kapsayacak şekilde işledi ve bugüne geldik.
Terimler uyduruldu
Benzer sancılar, başka ülkelerdeki Kürtler konusunda da yaşandı. Sırf Iraklı Kürtlere Kürt dememek için ne manevralar yapıldığını, sadece insanlara değil “dil”e de eziyet etme pahasına ne terimler uydurulduğunu hatırlayalım. O da aşıldı mecburen. Ama sancı ve eziyet, bu sefer
Bir barış sürecinden söz edebilmek için temel şart, silahlı eylemlerin ve çatışmaların durmasıdır. Ancak silahların susması, barışın bütünüyle gerçekleştiği anlamına gelmez. Çatışmasızlık, barışın sadece bir boyutudur. “Negatif barış” dediğimiz bu boyut, hayati önemdedir, ama kendi başına bir amaç değildir. Asıl amaç, barışı kalıcı hale getirmek, yani “pozitif barış”ı inşa etmektir. Bu nedenle, barış sürecinden söz ettiğimizde, aynı zamanda çözüm sürecini de kastediyoruz ya da etmeliyiz. İçinde bulunduğumuz süreç, “negatif barış” açısından son derece başarılı. Aylardır çatışma yok, çatışmalardan kaynaklı can kayıpları yok. Silahlı unsurların geri çekilmesi ciddi bir sorun yaşanmadan sürüyor.
Bu durum, sürecin meşruiyetini pekiştirdi. Buna bağlı olarak, sürecin başında pompalanmaya çalışılan gerilimler de büyük ölçüde azaldı. Böylece toplumsal ve siyasal atmosfer, çözüm yönünde adımlar atmak için elverişli hale geldi.
Bu noktada gözlerin hükümete daha fazla çevrilmesi normaldir, hatta işin doğası gereğidir. Hükümetin çözüme doğru somut adımlar atması, en azından buna dair güçlü mesajlar vermesi haklı bir beklentidir. Birinci aşama bitti mi bitmedi mi tartışması, hükümetin bu
Barış sürecinde karşılaşılabilecek sorunları, “sıkıntı-kriz-tıkanma” şeması veya sıralaması içinde değerlendirmeye çalıştım hep. Barış süreçlerinin, engelsiz bir şekilde sürekli ileriye doğru akmadığını, hem kendi yakın tarihimizden hem de dünyadaki benzer deneyimlerden biliyoruz. Bu karmaşık ve zorlu süreçlerde “sıkıntılar” yaşanması olağan sayılır. Önemli olan “sıkıntılar”ı büyümeden gidermeyi sağlayacak usul ve yöntemler geliştirmektir. Bu yapılabilirse, sıkıntı aşma tecrübesi, sürecin rayına oturmasına katkıda bulunur. Aksi durumda, sıkıntılar birbirine eklenerek büyümeye başlar.
Krizler olağandışı değil
Sıkıntıların birikmesi, “krizler”e yol açar. Barış süreçlerinde krizler yaşanması da olağandışı bir durum değildir. Burada da önemli olan, “krizler”in iyi yönetilmesidir. Ancak sadece iyi niyetli olmak, iyi yönetim için yeterli değildir; bunun için çeşitli mekanizmalara ihtiyaç vardır. Bunları önceki yazılarımda ele aldığım için, burada ayrıntıya girmiyorum. Aşılan her kriz, süreci güçlendiren bir aşı işlevi görür. Krizlerin çözülememesi ise, süreci kırılgan hale getirir. Krizler biriktikçe, “tıkanma” riski artar. Tıkanma, barış süreçlerinde hiç arzulamayan bir ihtimaldir, ama