Metin Münir

Metin Münir

mmunir@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Ozanköy

Bayramın birinci günü Bach dinleyip börülce ayıklıyorum. Acı badem ve kurutulmuş gülle tatlandırılmış çay içiyorum.
Bir kelebek bahçeye açılan kapının camlarında çırpınıp duruyor. Dışarısını görebildiğine göre neden dışarı çıkamadığını, neyin kedine mani olduğunu anlayamıyor. Kalkıp kapıları açıyorum, bu defa salonun diğer ucunda, dağa bakan pencereye uçup onun camlarından dışarı çıkmayı deniyor. Geri dönüyor. Tam dışarı çıkacakken kapıdan ikinci bir kelebek giriyor. Bir süre eşikte zafer dansı yaptıktan sonra, o, kelebeklere has inmeli çıkmalı uçuşla, sessizliğin içinde uzaklaşıp gidiyorlar.
İnce belli bir arı üst kata çıkan merdivende asılı aynanın arkasına çamurdan yuva yapıyor. İçine yumurtalarını koyacak. Oturduğum yerden ara sıra vızıltısını duyuyorum. Üst kattaki pencere sürekli açık olduğu için oradan giriyor ve çıkıyor.

Gürültü ve sükunet...
Vakit erken. Derin bir sessizlik var ve bu bayramın ilk gününün en çok sevdiğim yanı. Kimse çalışmıyor, kimse bir yere gitmiyor, kimse gürültü çıkarmıyor. Bach’ın (1685-1750) çello için yazdığı altı süitin sonuncu ve en şen olanını dinliyorum. Bach kadar dahi müzisyenler olsa bile artık böyle müzikler yazılamaz çünkü, o müziğin içine örülü, onun yaşadığı çağlara ait sükunet artık yok.
Bu parçalar, muhtemelen, gençlik yıllarında, Bach’ın küçük bir prenslik olan Cöethen’de kappelmeister olduğu yıllarda yazıldı. Neden ve kimin için, belli değil. Beşinci ve altıncı süitler çello için mi yoksa başka bir telli çalgı için mi, o da muamma.
Süitler ünlü İspanyol çellocu Pablo Casals tarafından 1920’lerde bulunup konserlerde çalınmaya başlanıncaya kadar, 200 yıl, unutulmuş, arşivlerde gömülü kaldı.

Bach’ın trajik öyküsü
Bach birçok müziksever tarafından yaşamış en büyük besteci sayılır. Hayatta iken, besteciden çok, usta bir org çalar olarak biliniyordu. Patronluğunu yapan prensler ve şehir yöneticileri, bugün, her biri birer şaheser addedilen bestelerinin değerini anlamadılar. Kıt kanaat geçindi. Arkada bıraktığı eşi, Anna Magdalena, uzun yıllar hayırseverlerin yardımı ile yaşadıktan sonra bir tür düşkünler evinde öldü. Ölüm defterine Almosenfrau olarak kaydedildi “Sadaka ile yaşayan kadın.”
Hayat ortalama olanların tarafındadır. Sürüden kopanların çevresinde, her zaman, onları aşağı çeken bir sıradanlar konfederasyonu vardır. Sadece sanatta değil her sahada bu böyledir: Sıradanlık kraldır.
İncirin üstünde, bayramın birinci günü olduğunu bilmeyen, tanrı var mı yok mu düşünmeyen, günahsız ve sevapsız, bir saksağan ötüyor. Bayılıyorum bu sese. Ama onlar bana bayılmıyor. Eve yakın ağaçlara beni bahçede görmedikleri zaman gelirler. Yüz sene burada beraber otursak bana alışmayacaklar.
Dün sırtüstü yüzerken dönen leylekleri gördüm. Sürekli hareket halinde bir V biçiminde, tam üstümden geçtiler. 5, 10 dakika ara ile denizin üstünden üç grubun geçtiğini gördüm. Ben karşı buruna kadar yüzmeye kalksam herhalde yorgunluktan ölürüm onlar bir kıtadan diğerine uçuyor.
Ara sıra, yerdeki yaprakları uçuran, serinliğini pencereden içeri sokan bir rüzgar esiyor. Sonbahar geliyor. Lütfen ayağını çabuk tut. Bu sıcaklar beni öldürecek!