Artık geceleri sabaha kadar deliksiz uyuyamıyorum. Bazen uyuduktan bir saat sonra uyanıyorum. Bazen ezan sesiyle. Bazen saat üç civarında.
Bir süre yeniden dalmaya çalışıyorum. Başaramazsam, ki çoğunlukla başaramıyorum, kitap okumak için ışığı açıyorum. Bunu mümkün olduğu kadar geciktirmeye çalışıyorum, çünkü bu anlarda ışık ayazda kendiliğinden açılan pencereden içeri esen soğuk rüzgâr gibi ani, sert ve sevimsiz geliyor bana. Thoreau boşuna “Elektrik karanlığı öldürür, mum aydınlatır” demedi.
Bugünlerde Çin’de 618-907 yılları arasında hüküm süren T’ang hanedanının son çağlarında yazılmış şiirlerin İngilizce çevirilerini okuyorum. T’ang, Çin şiirinin altın çağı olarak addediliyor.
Tekrar tekrar okumama rağmen şiirlerin anlamını tam olarak kavrayamıyorum. Bin küsur yıl önce düşünülmüş düşünceler, milyarlarca yıl önce ölmüş yaratıkların kalıntılarından çok daha çok esrarengiz.
Çoktan ortadan kaybolmuş kentler, unutulmuş savaşlar, kim olduğu meçhul barbarlar, bilmediğim ağaçlar, bana yabancı olan efsanelere yapılan atıflar anlamamı zorlaştırıyor. Ama gene de okuduklarımdan keyif alıyorum.
Şimdi Çin bir çevre felaket bölgesi. Doğasının her parçasını feda etti, zenginleşmek için kızlarını satan bir baba gibi.
T’ang devrinde insanlar doğayla ve yabani hayvanlarla iç içeydiler. Bir yerden bir yere giderken kaplanlardan sakınmaları gerekiyordu. Nehirlerde su, aksettirdiği ay ışığı gibi temiz ve parlaktı. Elektriksiz geceler ay ve yıldızları insanlara yaklaştırıyordu. Ten ile soğuk arasında kalorifer yoktu. Savaş ve sürgünler, tehlikeli ve yavaş yolculuklar, gidip de gelmemeler, güneş doğmaya başlarken görülen rüyalar, ayın tepelere vuran “beyaz şafağı,” göl kenarları vardı. Neredeyse tamamını anladığım bir şiir karşıma çıkınca seviniyorum. T’ang şairlerinin en büyüğü olarak addedilen Tu Fu’nin (712-70) Geceyi Karargâhta Geçiriyorum adlı şiiri bu.
Hasat zamanı açık bir gece.
Karargâhın avlusunda
Wu-tung ağaçları üşüyor.
Nehrin kıyısındaki kentte
Tek başıma uyanıyorum
Titrek mum ışığında.
Gece boyu çalan borular
Düşüncelerimi tedirgin ediyor.
Gökyüzü ayın görkemiyle yıkanmakta
Ama bakan kim?
Toz kasırgaları, yazamıyorum.
Hudut geçidinde bekçi yok.
Yolculuk etmek tehlikeli.
On yıldır yollarda,
İçim hüzün dolu.
İnce bir dala tünemiş kuş misali
Birkaç dakika huzur bulduğum için
Şükrediyorum.
Bu şiir bugün yazılmış olamaz mıydı?
İnsandan insana vasiyetsiz miras kalan, hiç değişmeyen şeyler var. Bin sene önce ile bugün ayağı kırılan bir insanın duyduğu ıstırap nasıl aynı ise eski dostlara duyulan özlem de aynı. Ay ışığında içilen şarabın keyfi. Karargâhta, en beklenmedik anda, insanı kasvete boğan ev hasreti.
El değişiyor ama tespih hep aynı.
İnsan olmak, düşüncelerin doğurduğu vahşi atların üzerinde yere düşmeden durmaya çalışmaktır.
İp kopup oyun bitinceye kadar.