Hafta sonu sabah vakti Kısıklı’ya çıktım. Benim çocukluk yıllarımın bir bölümü Çamlıca’da geçti. Kısıklı’da, Bulgurlu’da, Ümraniye’de oturduk. Üsküdar’dan gelen tramvay son durak Kısıklı’nın meydanında büyük bir gacırtıyla yarım daire çizerek durağa gelirdi. Vatman bir süre soluklanır, ardından Üsküdar veya Kadıköy yolcusunu alıp, aracı yokuş aşağı koyuverirdi. Tramvay durağı ile caminin arasında Setüstü kahvesi vardı. Sette yazlık portatif sandalye ve masalarda oturulur, çay, kahve eşliğinde meydan seyredilirdi. Aynı sırada yolun ötesinde İzmir Gazinosu yer alırdı. Orada kâh İsmail Dümbüllü’nün orta oyunlarını, kâh Ahmet Üstün veya Abdullah Yüce gibi ünlü şarkıcıların konserini izlerdik. Dümbüllü, orta oyununu sahnede değil seyircilerin ortasında oynardı. Adı üstünde, orta oyunu idi. Oyun icabı bir ara kenardan ortaya bir salatalık atılır, Dümbüllü o tarafa dönerek, “Beyefendi kartvizitinizi düşürdünüz” deyince seyirciler kahkahadan kırılırdı.
Çamlıca başta başa ahşap köşk ve konaklarla bezenmişti. Bazı pencerelerde tül perdelerin arasından yaşlıca ama bakımlı ve süslü hanımlar görülürdü. Onların bir zamanların Saray cariyeleri olduğu söylenirdi. Kendilerinden kısaca Saraylı diye söz edilirdi. Sene 50’ler... O hanımların Osmanlı Sarayı’nın cariyeleri olması yaş itibarıyla pekâlâ mümkündü.
Sık sık Çamlıca Tepesi’ne çıkılır, yamaçlardan kekik toplanır, Boğaz’ın ve Marmara’nın maviliği, güneşin Ayasofya’nın ardından batışı seyredilirdi. İstanbul’un en güzel göründüğü yer Çamlıca Tepesi’ydi. Kentin dört bir yanından insanlar gelirdi. Tepenin altındaki yatır hayli ilgi çekerdi. Dilek tutulur, yatırdaki bir küçük taş büyük taşa sürtülür, eğer yapışırsa dileğin gerçekleşeceği söylenirdi. İsteyen inanırdı.
O yıllarda erik, armut, incir, dut gibi meyveler manavdan satın alınmaz, çünkü ağaç dalları köşk bahçelerinden yollara sarkar, gelen geçen canı isterse koparır yerdi. Kavak inciri dışındaki incirlere rağbet etmezdik. İçme suyu meydandaki çeşmeden doldurulur, evlere taşınırdı. En güzel dondurmayı TİPİ yapardı. Dedemle gezmeye çıktığımızda TİPİ’ye uğranacağını ve dondurmalı tavukgöğsü yeneceğini bilir, mutlu olurduk.
Bu defa Kısıklı meydanında durup etrafa baktım
Ayakta durdum çünkü oturacak bir kafe yoktu. Setüstü Kahvesi kaldırılmış, cami büyütülmüş, meydana kadar indirilmişti. Çeşme kurumuştu. TİPİ artık yoktu. Meydanın hâkim yerinde uzun yıllar korunan ahşap yapısıyla tarihi sayılabilecek tramvayların hareket memurluğu (planton) yıkılmış, yeri boş kalmıştı. Meydandan bakınca çevrede kaçak yapıların yükseldiği görülüyordu. Meydana hâkim bir yükseklikten adeta “Ben kaçağım” diye bağıran bir özel okul, yeşil silüeti iyice bozuyordu. Anlaşılan, Üsküdar Belediyesi kaçak yapıları pek mesele yapmıyordu. Bir zamanlar sit alanı diye çivi bile çakılmayan Küçük Çamlıca keza, yeni inşaatlarla şantiye alanına dönmüştü. Kimi köşelerde çok sayıda polis aracı ve kulübesi vardı. Belli ki yer yer korunması gerekli kimseler yaşıyordu. Onların hatırına olsun, bölgenin silüeti ve imarı korunabilirdi. Ama dert edilmemişti.
Bir zamanlar şiirlere, şarkılara, romanlara, aşklara, rüyalara, giren Çamlıca artık o Çamlıca değildi kısacası. Şehir, Ümraniye-Dudullu istikametinde büyüdüğü için üzerine büyük trafik yükü de yüklenmişti. Kısıklı meydanında karşıdan karşıya geçmek bile mesele oluyordu. İnsan bir an önce oradan gidip kurtulmak istiyordu.
Çamlıca artık sadece şarkılarda kalmıştı:
“Çamlıca yolunda, âşığı kolunda, işleri yolunda
O benim sağımda, ben onun solunda, Çamlıca yolunda
Çamlıca bağları, yemyeşil dağları, ilkbahar çağları
Cennetten haberdir, emsalsiz bir yerdir Çamlıca bağları”