Ekranda Yeditepe Üniversitesinden Prof. Meral Sönmezoğlu ve Prof. Aynur Eren Topkaya ile Ankara Üniversitesinden Prof. Necmettin Ünal’ı dinliyoruz. 20 Mart tarihinde Habertürk’te Enine Boyuna programında konuşuyorlar. Her üç uzman şu görüşlerde birleşiyorlar...
- Hastaneye gelen kişide klasik belirtiler görünmüyorsa test yapılmıyor. Yüksek ateş, öksürük, halsizlik gibi klasik şikâyetler varsa o zaman test yapılıyor. Eğer test pozitif, hasta ayaktaysa, kendisine gerekli bilgilendirme yapılarak evine gönderiliyor. Evinde kendini karantinaya alması isteniyor...
- Peki ya bu hasta zaman zaman dışarıda dolaşırsa?
- Bu kişilere polis takibi yapılmıyor, diyor hocalar, tamamen onların vicdanına bırakılıyor. Bu durum bizi de sıkıntıya sokuyor.
Bu hastanın son günlerde kimlerle görüştüğü de saptanıp izlenmiyor.
O sırada yöneticiye bir mesaj geliyor. İl ve ilçe müdürlüklerinin testi pozitif çıkmış kişileri telefonla izledikleri bildiriliyor. Ancak virüs taşıyıcı olarak dışarıda dolaşmalarına bir engel yok.
Peki ya evdeki diğer aile bireyleri? Onlar da izleniyormuş ama taşıyıcı olarak ortalıkta dolaşmalarını önlemeye elbet imkân yok. Özetle, 65 yaş altının hastalığı (ağır olmadıkça) grip geçirir gibi kendi imkânlarıyla geçirmesi bekleniyor.
Prof. Necmettin Ünal genel politikayı açıklıyor:
- Toplumun yarıdan çoğu belki yüzde 60-70’i enfekte olacak yani virüsü alacak. Amaç, salgının önlenmesi değil bulaşmanın ve hastalanmanın zamana yayılması. Sağlık sistemi ancak o zaman ayakta durabilir.
Kendimize dönelim
Ankara Üniversitesi’nden Prof. Necmettin Ünal’dan iki uyarı:
- Yurdumuzda nerede ne vaka var, kaç tane var, hangi ilde, kaçı öldü, kaçı yaşamakta, yaşları, cinsiyetleri gibi bilgiler paylaşılmalı. Biz hâlâ yurt dışı verilerini kullanarak, Türkiye hakkında yorum yapmaya çalışıyoruz. Halbuki artık Türkiye’nin kendi verileri var. Kendi özelimiz üzerinden konuşur hale gelmemiz lazım.
- Yaşla ilgili bir yanlış algılamamız var. Yaşlılar daha çok ölüyor ama hastalığı dışarıda alıp yaşlılara getirenler gençlerdir. Dolayısıyla, 65 yaş ve üstüne sokağa çıkma yasağı koysak bile gençlerin sokakta dolaşmasına engel olamazsak, bu işin yayılmasına engel olamayız, İtalya gibi oluruz.
SUUUU...
Koronavirüsün yarattığı tehlikelere karşı türlü çeşitli önlem alıyoruz.
Ama hayati bir önlemi henüz gündeme getirmedik: Su...
Bu yıl kurak bir kış geçirdik. Derken korona salgınıyla birlikte su tüketimi aniden arttı. Musluk suyunu genellikle dikkatsiz kullanıyoruz. Önümüzdeki aylarda bol yağmur yağmazsa yazın susuz kalabiliriz. Su olmazsa sabunun da bir önemi kalmaz. O yüzden acil tasarruf tedbirlerine başvurmalı
Büyükşehir belediyeleri su tasarruf programları hazırlamalı, vatandaşı tasarruf konusunda bilgilendirmeli. El yıkama ve diğer konularda bilgilendirici TV filmleri yapılmalı. Bir okurumuz diyor ki:
- Biz el yıkamasını bile bilmiyoruz. Musluğu açıyor, elimizi musluğun altına tutup sabunluyoruz. Tabii köpükler cildimizin üzerinde kalmadan kayıp gidiyor. Elimizi suyun dışında sabunlamalı, en sonunda suya tutmalıyız.
Aklımızda bulunsun...
MERAK
Bir eczacı Facebook’ta anlatıyor:
“Kovid-19 teşhisi konmuş bir hasta eve dönerken eczaneye uğrayıp ilaçlarını aldı. Bu hasta son günlerde nerelere gitti ve kimlerle görüştü, eve gitmeden nerelere gidecek, evde kimlere bulaştıracak bunlar hiç belli değildi.”
GEÇER
Bu da gelir bu da geçer, rahmetli Hasan Pulur Ağabey’in en sevdiği fıkralardan biriydi.
Belki de gerçek olaydır.
En umutsuz anlar için anlatılır.
Sinop kalesinde hapis yatan bir kürek mahkûmu varmış...
Müebbet hapse çarptırıldığı halde günlerini diğer mahkûmları teselli etmekle geçirir...
Önüne gelene “Neler geldi neler geçti”, “Bu da gelir bu da geçer” diye umut verirmiş.
Kale komutanı bakmış adamda yürek mangal gibi...
Umutları dağ gibi...
O da etkilenmiş.
Sonunda adamı affetmişler.
Kıssadan hisse:
Ölüm bile kaçar önünüzden.
Yeter ki kadere teslim olmayın...
Factory
Çin, nasıl oldu da koronavirüs belasını iki ayda kontrol altına alabildi, ABD ve Batı neden bu belanın bir türlü önünü kesemiyor?
Çin’in farkını anlatan bir filmi internette bulabilirsiniz.
Bu yıl belgesel dalında Oscar kazanan “Amerikan Factory” adlı filmi izlerseniz, orada Çinli ile Amerikalı arasındaki muazzam farkı göreceksiniz. Amerikalı işçi her zaman kendine daha fazla vakit ayırmanın, daha az zahmetli çalışma koşulları elde etmenin peşinde. Sendikaya güveniyor. Haklarına sahip çıkıyor. Çinli ise zorluklara katlanmayı görev sayan bir anlayışta. Ne kadar istenirse o kadar çalışıyor. Çinli patronun Çin’deki fabrikası kâr ediyor, Amerika’daki fabrikası yürümüyor. Çin’i ve Çin insanını tanımak açısından enfes bir film. Sonunda ne mi oluyor? Onu filmi izleyince öğreneceksiniz...
Saçlar
Evin içinde “Hişt hişt sakin ol sinirlerine hakim ol” şarkısını mırıldanarak dolaşırken gözümüz bir ara aynaya ilişti. Saçlar uzamış. Berber kapalı. Aklıma Aziz Ağabey geldi. Aziz Nesin, saçlarını kendi keserdi. Bir berberin zor şekil vereceği o asi saçları kendisi nasıl şekle sokardı, anlaşılmaz. Aziz Ağabey tuvalet kâğıdı da kullanmazdı. O pek bilinmez ama saç konusundaki tavrı bilinir, etraftan “Ne cimri adam yahu” nidaları duyulurdu. Oğlu Ali Nesin anlattı. Vehbi Koç’un berbere 1 lira bahşiş verdiğini duyunca: “Ne, o berbere para mı veriyor yoksa” diye tepki vermiş. Aziz Nesin’in cimriliği dillere destandı. Ama gerçekten cimri miydi? Tasarruf ettiği bütün parayı kimsesiz çocukları okutmak için harcayan bir adama cimri denir mi?