Deniz çağırdı herhalde.. Başka olamaz.. Yaptığımız akıllıca bir iş değildi çünkü.. Türkiye’nin dört bir yanını kar kış kaplamış.. Fırtına baş edilemez hale gelmiş, biz güneye indik..
Denizi görmeye.. Cuma günü Ölüdeniz’de denizle buluştuk.. Güneş hoş geldiniz demek için başını uzatmıştı.. Hava pırıl pırıldı.. Deniz ışıl ışıl..
Paçaları sıvadık, denizle hasret giderdik.. O an aklıma Sunay Akın’ın Kafa dergisine yazdığı bir öykü geldi..
(Burada bir parantez açayım.. Kafa dergisi kısa sürede olgunlaştı, (daha altıncı sayısı) dergi gibi dergi oldu.. Şubat sayısı harika.. Tavsiye ederim.. Sizi yakalayan çok sayıda yazı bulacaksınız)
*
Dönelim öykümüze.. Şöyle:
“Tarla eteğindeymiş dağın. Adam, yürümeyi yeni öğrenen oğlunu da çalışmaya giderken yanında götürmeye başlamış. Çocuk, ağacın gölgesinde otururken tarlada çalışan babasını izliyormuş gün boyu. Babanın umudu, oğlunun büyüdüğünde evin tek geçim kaynağı olan tarlayı biçmesiymiş. O da aynı ağacın gölgesinde otururken, babasını gözlemleyerek öğrenmiş bu işleri. Çocuk konuşmayı öğrendiğinde, su içmek için ağacın gölgesine gelen babasına sormuş bir gün:
Baba deniz ne demek?
Adam şaşırmış! Dağların arasında doğan çocuğuna başlamış denizi anlatmaya. Çocuk ertesi gün yine aynı şeyi istemiş babasından:
‘Ne olur baba denizi bir kez daha anlatsana!?’
Yıllar geçmiş aradan. Çocuk büyümüş koca adam olmuş. Babasından öğrendiklerini tarlada sürdürürken susayıp ağacın altına gelmiş, sıcak bir yaz gününde. Ağacın gölgesinde yaşlı bir adam oturmuş. Adam, elleri, yüzü tarlaya benzeyen yaşlıya sormuş:
‘Baba, hadi, bana denizi anlat!..’
Bir gün adam yıllarca kendine denizi anlatan babasının yanına gelmiş ve ilk kez yanına oturmadan elini uzatmış: ‘Hadi kalk baba, bugün denizi anlatmayacaksın bana. Çünkü denizi görmeye gidiyoruz!’
Saatler süren uzun bir yolculuktan sonra denizin kıyısına gelmiş baba oğul!.. Dalgalar pantolon paçalarını ıslatıyormuş her ikisinin de. Öylece susup denize bakıyorlarken, çocuk bozmuş sessizliği:
Baba, deniz nerede?.. Anlat da göreyim!” (Kafa dergisi - Kasım sayısı)
*
Ben de size Ölüdeniz’i anlatayım, Kekova’yı, Kale’yi.. Ben hiç böyle görmedim, muhtemelen siz de görmemişsinizdir.. Hayal etmek bile zor..
Şöyle söyleyeyim.. Ölüdeniz’de sadece biz vardık.. Pardon, yanımıza bir ördek geldi, bir de balık kuşu.. Yanımıza geldiler, dibimize kadar sokuldular..
(Not: Balık kuşuna benzettik ama olmayabilir. Yeşilli sarı tüylüydü.. Ayağına minik bir halka geçirmişler.. Belli ki kıymetli, belli ki koruma altında..)
Sahil mutlu, deniz mutlu, üzerine
insan yükü binmemiş.. Doğa dingin, kendiyle baş başa..
*
Ben size Kekova-Kale’yi anlatayım.. Orasını da hiç böyle görmemişinizdir..
Kale terk edilmiş kasaba gibiydi.. Pansiyonlar kapalı, restoranlar, barlar kapalı.. Evler kilitli..
(Gidenler için söylüyorum.. Yaz aylarındaki halini gözlerinizin önüne getirin..)
Dar sokaklarda diyeceğim ama sokak da yok ki.. Dar merdivenli yollarda dolandık, kaleye çıktık.. İnsansız, itiş kakışsız. Doğa ile baş başa.. Limon ağaçlarından limonlar sarkmış, dönüp bakan yok.. Çünkü kimse yok, bi Allah’ın kulu yok..
(Sadece iki üç aile kışın da kalırmış..)
Kale’ye çıktık, sonunda bi Allah’ın kuluna rastladık.. O da Türk değil.. Amerikalı!.. Elinde fotoğraf makinesi deklanşöre basıyor da basıyor..
Yazın gelse insan kalabalığından istediği gibi tek kare fotoğraf çekemez.. Bir gezi dergisi adına altı aydır Türkiye’yi geziyormuş..
Adam doğru zamanda doğru yerdeydi..
Biz de doğru zamanda doğru yerde olduğumuzu anladık..
İmkânınız varsa siz de doğru zamanda doğru yerlerde olabilirsiniz.. Hep söylüyorum..
Yaz kasabaları kışın çok daha güzel..
İyi pazarlar..