Bilgisayar ve 24 saat kesintisiz internet varken televizyona ihtiyacımız var mı gerçekten?
Ben geçen hafta bu sorunun yanıtını aradım
Bir an gelir, hayatınızda olmasını kanıksadığınız bir şey batmaya başlar. Televizyon bana batmaya başladı. Çünkü ben bir televizyon bağımlısıyım. Günlük televizyon ihtiyacım minimum altı-yedi saat. Hafta sonları sınırı zorluyor, iki katına bile çıkabiliyorum.
Dünya ortalaması bu yıl günde ortalama 3 saat 12 dakika. Rastgele bir tartışma programını izlesem zaten kainat rekorunu kırıyorum. Kuzey Amerika ortalaması 4 saat 49 dakika. Bir Türk dizisinin bir bölümü o kadar sürüyor. Ortadoğu ortalaması
4 saat 34 dakika. Topu topu bir kaplanlı, bir binalı-kuleli iki belgesel, üzeri bir bölüm
“Fringe” eder.
İster belgesel seyret, ister magazin, ister haber, neticede televizyon seyrediyorsun ve
ona mesai harcıyorsun. Peki harcamasam ne olur? İzlemesem ne kaybederim?
Dünyada sigaraya, alkole, uyuşturuculara, kırmızı ete, abur cubura karşı açılan vicdani savaşlar televizyona karşı neden açılmıyor? Bence açılmalı. Çünkü televizyon hayatımızı çalıyor, bizim ona değil onun bize ihtiyacı var.
Sigarayı bırakabiliyorsak televizyonu da bırakabiliriz... Dedim ve bir haftalık televizyon orucuma başladım.
Bunlardan kurtuldum
-Ajite haber. İnternette her şeyin en temizi, en çeşitlisi var.
- Haber olmayan haber. Sürekli canlı bağlantılar ve heyecanlı ses tonuyla konuşan ama bütün gün aynı şeyi tekrarlayan muhabirler. Bunları eledim. İnternette doğru adreslere tıkladınız mı her şeyi öğreniyorsunuz. Google reader’ımdan dünyanın tüm haber sitelerini ve müzik dünyasında neler olduğunu bırakın şehir şehir, mahalle mahalle takip edebiliyorum. Ayrıca 2010 yılının interaktif dünyasında kontrol edemediğim bir yayın akışına neden mahkum olayım ve bana sunulanla yetineyim?
-Tartışma programlarında ilginç bir şey söylenecek diye saatlerce beklemek.
- Reklam bombardımanı. Özellikle film tam başlarken araya girenler. Digitürk sözüm sana, hem para alıyorsun hem reklama boğuyorsun. Bu nasıl paralı kanal?
Bunu anladım
Gazete hâlâ dünyayı döndüren en önemli haber kaynağı. Televizyonlar her sabah gazeteleri okuyup gördükleri üzerine görüş alarak ilerliyor. Habercilik yapmıyorlar çünkü. Ve hiçbir yayın organında haberler editörler tarafından elenip, incelenip, doğrulanıp etraflı şekilde verilmiyor. Gazetede gereksiz teferruat yok, haberin özü ve yan unsurları var. Bazen bir haberi anlamak için bütün gece televizyon izlemek zorundasınız. Oysa ertesi gün haberin özü gazetede bir paragraf. İnsan kendini kandırılmış hissediyor.
Peki televizyondan kurtuldum mu? Bir daha izlemem diyor muyum? Hayır. Ama azaltmaya çalışıyorum.
TV’siz bir haftada bunları kazandım
-Dikkatimi geri kazandım. Konsantre olabiliyormuşum.
- Zaman. İçimden bir tane daha ben çıktı.
Her şeyi yapacak zaman ve enerjim varmış.
-Kitap okuma zevki.
-Dergi okuma zevki: Özellikle iPad sayesinde onlarcası aynen elinizin altında.
- Müzik dinleme zevki.
Bir albüme konsantre olup zevkle ve zamana yayarak dinlemek gibisi yok.
-Film izleme zevki. Bölünmeden, reklamsız, istediğim saatte, istediğim filmi hem de... Bunun için büyük bir icat olarak sunulan “Akıllı TV”ye neden ihtiyacım olsun? Eski dostum DVD player’ın start tuşu var.
-Ve elbette dostlarımla yenen yemekler, keşfedilen yeni siteler, aile ziyareti. Peki gündemden habersiz miyim? Hayır. Ne kaybettim? Yerli dizileri mi? Okan Bayülgen’in saçma programını mı, baştan sona ajitasyon haber bültenlerini mi?
Ben buna kaçırmak demem. Filtre etmek derim. Size de tavsiye ederim.
EN İYİ SONBAHAR ALBÜMÜ
“Penny Sparkle” / Blonde Redhead
Yeni çıkan albümler arasında sevdiğim bir şeye rastgelirsem doğum gününde hediye almış çocuk gibi seviniyorum.
Blonde Redhead’in yeni albümü “Penny Sarkle”ı dinlemek bana böyle hissettirdi.
Blonde Redhead saykodelik kafalarda müzik yapıyor. Bu albümde bu tarzı çeşitlendiriyorlar. Bazen The Cure dinliyor gibisiniz, bazen Portishead, bazen Massive Attack ya da Depeche Mode (Prodüktörlerden biri Depeche Mode ile çalışan Alan Moulder). Şarkılarında muhakkak yaratmak istedikleri bir düş atmosferi var. Bunda elbette Japon solistleri Kazu Makino’nun etkisi var. Zaten Boston’da caz okumuş, New York’ta yaşayan iki İtalyanın (Amedeo ve Simone Pace) bir Japon ile kurduğu grup illa ilginç olacak. Global kültür bu olsa gerek.
Albüme dair bir-iki laf daha etmem lazım. Karanlık bir albüm bu. Ama inanılmaz biçimde insanın içini açan bir yanı da var. “Everything is Wrong”, “Not Getting There”, “Here Sometimes” gibi mükemmel şarkıların hepsinde bu his var. Mona Lisa gülüşü gibi. Hem gülüyor hem ağlıyor gibi bu albümdeki şarkılar. Sonbaharda dinleyecek daha iyi bir şey düşünemiyorum.
Tavanarasından notlar
Bazen sadece yeni çıkan albümleri değil, eskiden çıkmış albümleri de gündeme getirmek istiyor insan. Mesela 9 Ekim, yani haftaya cumartesi Salon’da The Notwist konseri var. Bunu duyunca aklıma hemen “Neon Golden” geldi. Ben bu albümü ilk kez 2002’de, çıktığı yıl dinledim ve çarpıldım. Daha önce neredeyse heavy metal yapan ve zamanında Therapy? ile turneye çıkmış bir grup nasıl oluyordu da zaman içinde kendini bu kadar geliştirip olgunlaşabiliyor ve alternatif ve indie müziğin en mükemmel örneklerinden birini verebiliyordu? Haldır haldır gürültü yapmadan inanılmaz dingi ve enerji dolu bir albüm yapabiliyordu. Ayrıca bu grup Almandı, dolayısıyla Amerikalı grup klişelerini barındırmıyorlardı. The Notwist konseri çok “büyük kopuş” olacak. Benden söylemesi. Albümü dinlemeyenler için de fırsattır. Dinlemek için bir haftanız var...