Gerçi tanışmış da olabilirsiniz. Hani şu videosu yüz milyonlarca kez izlenen (234 milyon küsür) “Somebody That I Used to Know” diye bir şarkı var ya. İşte o şarkıyı Gotye ile birlikte söyleyen zat Kimbra.
Dışarıdan nasıl görünüyor?
Hayır ‘elalem ne der’, Avrupa ne düşünür derdinde değilim, herkes kendine baksın. Ama işin aslı şu ki bizim memlekette acayip şeyler oluyor ve biz bunları normal kabul etmeye başladık.
Sezaryen yasaklanacak. Kürtaj da yasak olacak, yasa hazırlanıyor. Başbakan Uludere katliamını kürtaja benzetti.
Sağlık bakanı, “Tecavüze uğrayan kadınlar doğursun, çocuklara onlar bakmazsa devlet bakar” dedi.
5000 yıllık höyüğe törenle beton döktüler. (Evet Konya’da döktüler, iki AKP milletvekili de törendeydi).
Sağlık bakanı “Kürtaj 12 Eylül oldubittisi” dedi.
Deprem uzmanlarına ‘sallamayın’ uyarısı yapıldı. Uzmanların depremle ilgili olur olmaz konuşmasının ve medya aracılığıyla halka açıklama yapmasının sakıncalı olduğu belirtildi.
Ömer Hayyam’ın bir sözünü sosyal paylaşım sitesi Twitter’da ‘retweet’ eden yani başkası tarafından yazılan bir şeyi takipçileriyle paylaşan Fazıl Say’ın ‘halkın bir bölümünün benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçlamasıyla 1.5 yıla kadar hapsi istendi.
Çamlıca tepesine her yerden görülecek dev camii yapıyoruz (hepimiz, her birimiz istiyoruz bu camiyi, bundan kimsenin şüphesi dahi olamaz). Etiler’den doğru caminin kapısına giden teleferik de yolda.
“Bir Erkek Bir Kadın” dizisinin birlikte yaşayan kahramanları siyasilerin baskısıyla evlendirildi.
Alkole yine zam, yine zam, hep zam... (Tıksırana kadar içmeyin.) Televizyon “Bir Erkek Bir Kadın” dizisinde evli olmadıkları halde birlikte yaşayan karakterler siyasetçilerden gelen tepkilere dayanamayarak evlendirildi. Dizinin yapımcısı “Beyrut’taki versiyonda bu iki karakter zaten baştan evlendirilmişti, ülkeye göre davranıyoruz” dedi. Ülkemizin yeri belli olsun dünyada...) Gülben Ergen selamunaleyküm diyen izleyiciye aleykümselam demediği için eleştirildi! ‘Merhaba’ deme terbiyesizliğini (!) yapmış Ergen.
TRT’de kıyafeti dolayısıyla uyarılan Jehan Barbur programa çıkmadı.
Kendisine “Sana buradan gaz sıkıcam” diyen milletvekiline bakan, “Gel lan, gel” dedi, ikili yumruklaşmadan milletvekilleri ayırdı.
İnsan bir kaç günlüğüne bile yurtdışında kalıp daha sonra ülkesine döndüğünde “N’oluyor yahu herkes delirdi mi!” diye düşünüyor. Sanki ülke son bir haftada bambaşka bir hale dönüşmüş gibi. Halbuki biz hep böyleyiz, ancak biraz uzaklaşınca fark ediyoruz bazı şeyleri. “Biz müsait bir yerde inelim” noktasına gelmeye başladığını hissediyor büyükçe bir kısım insan ve onların bu endişesini kimse umursamıyor.
Bakın ben bu yazıyı yazarken bir yandan da iki İngiliz gazetecinin gizlice girdikleri Kuzey Kore’den aktardıkları notları okuyorum gazetede. Televizyonda sadece rejim propagandası içeren görüntüler gösteriliyor. Yayımlanmasına izin verilen, yani toplumun ruh sağlığını kötü etkilemediğine karar verilen sadece üç film var. “Neşeli Günler”, “Evde Tek Başına”, “Titanik”. Bunları izlemek serbest, geri kalan her şey yasak. Beatles’ı severek dinliyorlar ama grup hakkında hiçbirşey bilmiyorlar. Çünkü okumak, araştırmak yasak. Michael Jackson da aynı şekilde. Öldüğünü söyleyince gazeteciler, insanlar şaşırıyor. Çünkü haber almak, bilmek yasak. 24 milyon nüfuslu ülkede ışıklar sanki burası dev bir yatakhaneymiş gibi 23.00’te kapanıyor. Herkes uykuya. Pırıl pırıl, sıhhatli, iktidardakilerin izin verdiği, öngördüğü ve planladığı şekilde şahane bir hayat. Eminim Kuzey Koreliler için orada her şey normaldir. Her şey yolundadır.
Bilmem anlatabildim mi?
Reese Witherspoon ve Matthew McConaughey “Mud”‘ın galasında kırmızı halıda.
Kırmızı halı
Yok yok şu film şöyleydi, jüri üyeleri şöyle dedi, şu artistler şurada parti verdi falan yazmak değil niyetim. Ben bir günlüğüne oradaydım da gördüğüm kadarıyla ortamı ve kırmızı halı deneyimimi aktarmak istiyorum size...
* Bir kere festivalden dolayı herkes smokinli. Smokinli olanla olmayan bir değil. Bir sürü yere (ve tabii ki galalara) smokinsiz girmek mümkün değil. Smokininiz olsa bile girişte “Bu ayakkabılarla giremezsiniz” falan diyen görevliler falan var. Bana göre değil yani.
* Her taraf fotoğrafçı dolu. Ne zaman bir lüks arabanın kapısı açılsa fotoğrafçıları bir telaş alıyor, acaba hangi ünlü çıkacak? Çıkmayınca bozulup gidiyorlar.
* Ben Chivas tarafından “Mud” filminin galasına davet edildim. Smokini giydim kırmızı halıda yürüdüm bir de fotoğraf çektirdim. Teamüllere uygun davrandım. Yalnız hayat smokinle, takımla geçmez. Yaşasın tişört ve jean.
* Alec Baldwin, Reese Witherspoon, Matthew McConaughey, Andy Macdowell, Tim Roth, Donald Sutherland. Bunları gördüm. Zaten Cannes’da festival zamanı sokakta bir köşeye gidip durun bir süre sonra birilerini görüyorsunuz.
* Kırmızı halıda yürürseniz eğer bir gün, dikkat edin, ünlülerin önünde yanında falan durmayın, fotoğrafçılar delirip azarlıyor. l Film galasına girerken kırmızı halının başında arabadan inmek çok havalı. Bir an için herkes size bakıyor. Sonra salisenin binde biri gibi bir sürede sizin ‘birisi’ olmadığınız anlaşılıyor ve herkes ortamdaki en ünlü kişiye bakmaya devam ediyor. Bir “an”ınız oluyor yani. Hani merak ettiyseniz diye...
Fazıl Say ceza alırsa...
Hiçbirimiz güvende değiliz demektir. Özetle hatırlayalım: “İstanbul Cumhuriyet Savcısı Erhan Gülcan tarafından hazırlanan iddianamede, Fazıl Say’ın davaya konu tweetlerini dini değerleri aşağılamak kastıyla yazdığı kanaatine varıldığı belirtildi. Şüpheli Say’ın Twitter hesabına dileyen herkesin hiçbir kısıtlama olmadan girmesi nedeniyle de aleniyet unsurunun gerçekleştiği öne sürüldü...” (cnnturk.com) NTV’nin haberine göre ise savcı tweet’lerin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğini söyledi. Fazıl Say’ı eleştirenlerden olduğumu, tarzını ve fikirlerini benimsemediğimi beni tanıyanlar, okuyanlar biliyor. Ancak özgür bir ülkede herkes fikirlerini özgürce ifade edebilmeli. Kimse Ömer Hayyam’ın dizelerini retweet ettiği için 1.5 yıl hapis istemiyle yargılanmamalı. Fazıl Say’a destek kampanyalarının daha ziyade dindar kesime laf sokma içerikli olduğunu görüyorum. Konunun elbette Türkiye’nin muhafazakarlaşmasıyla bir ilgisi var ama sorun birilerinin birilerini muktedirin hassasiyetleri doğrultusunda susturmasıdır. Karşı olmamız gereken şey budur.
Bazıları kanallar gibi insanların da şifreli olmasını tercih ederdi. Hepimize bir decoder takılması gibi bir şey bu. Kumandayı da kim iktidardaysa ona verin tamam. Kaldı ki şifreli alanda bile her türlü yasak ve kısıtlama zaten yapılıyor, hepimiz biliyoruz. Bugün Digitürk’te kesintisiz sansürsüz film izlemek imkansız.
Dilerim mahkeme bu konuyu ele aldığında sağduyu ve ifade özgürlüğünün önemi galip gelir ve Say düşüncelerini ifade ettiği için cezalandırılmaz. Çünkü onun cezalandırılması herkesin, hepimizin özgürlüğüne darbe vurur. (Bir Hasan Cemal yazısı gibi oldu ama ne yapayım, konuya göre üslup...)
Kulaklığıma dokunma!
Efendim ABD’de bir dergi araştırmış, işyerinde kulaklık takanlar oradaki verimi düşürüyormuş. Şarkı sözleri içeren müzikler konsantrasyonu bozuyormuş. Falan filan... Haberi okudum ve dedim ki bu araştırma kesinlikle müzik zevki olmayan, olanları kıskanan, onların neden müzik dinlediklerini, bundan ne gibi bir tatmin ve keyif aldıklarını anlamayan, bunu bir türlü anlamadıkları için de sinirden çıldıranlar tarafından hazırlanmış olmalı.
Bir işyerinde kulaklık takmak bir kere konsantrasyonu artırır. Bir çalışan her gün ne kadar anlamsız geyik muhabbetine maruz kalıyor bunu hepimiz biliyoruz. İnsan kendini soyutlamak istediğinde kulaklık hayat kurtarıyor. Üstelik kendinizi kapana kısılmış, bıkmış, usanmış hissettiğinizde dinlediğiniz bir şarkı sizi hayata döndürebiliyor. Kulaklık size kalabalık ve kaotik bir ortamda paralel evrene bir kapı açıyor. Bu araştırmaların sonucunda işyerinde kulaklık yasağı falan gelecekse kampanyamızı şimdiden başlatalım. Kulaklığımıza dokunmayın!
PAZAR ALBÜMÜ
“Bloom” Beach House
Anthony Bourdain “Mutfak Sırları” kitabında bir dönem çalıştığı Baltimore’dan dünyanın en sıkıcı yeri olarak bahseder. Bir sürü yaşlı insanın deniz tarağı yiyip şarap içtiği restoranları anlatır. Bu şehirden çıkan Beach House’a bakınca insan, o kadar da kötü bir yer olmasa diyor Baltimore için. 2004’ten beri birarada olan Victoria Legrand ve Alex Scally’nin dördüncü stüdyo albümlerinde günbatımında (ya da doğuşunda) dinlenecek türden 10 şarkı var. Biraz içe dönük ama genellikle insanı rahatlatan sessiz sakin şarkılar. Pazar gününe “Myth” gibi bir şarkıyla başlamaya benim itirazım olmaz, sizi bilmem...