"Kendi çocuğum sözümü dinlemiyor ama başka bütün çocuklar sözümü dinliyor" demişti zamanında bir öğretmen. Çok doğru söylemiş meğerse.
Geçen hafta kızımın sınıfıyla yarım günlük bir okul gezisine katıldım. Gönüllü veliler isteniyordu, hiçbir etkinlikte gönüllü olmadığımı fark ettim ve “Ben gelirim” diye yanıt verdim Whatsapp grubundaki soruya. Sonra da aldı beni düşünceler. 30 çocuğa nasıl hâkim olurum? Ya yola atlarlarsa, ya koşarak kaçarlarsa, ya birdenbire kusmaya ya da çişim geldi diye tepinmeye başlarlarsa ne olacak?
Sözümü dinlemezlerse nasıl ikna edeceğim: Lütfen diyerek mi yoksa hafif kızarak mı?
Tamam, başka veliler de var gönüllü, birbirimize yardım ederiz ama benim genellikle kendi çocuğum hariç başka çocuklarla aram pek iyi değil zaten. Hatta kendi çocuğumla aramın iyi olduğu da bir şehir efsanesi. Yani bence iyi ama çocuğuma sorsanız belki başka şeyler anlatır.
Zihinsel olarak bu geziye hazırlanıp, acaba “Son hafta önemli
‘Dünyada yüzlerce festival var. Biliyorum çünkü neredeyse hepsinde çaldım. İşin komiği, dünyada adını hak eden sadece bir festival var.
Glastonbory Noel’den daha önemlidir. Glastonbury yeni yıl kutlamasından daha eğlencelidir. Glastonbury zor olabilir. Glastonbury sihirli de olabilir. Hava? Hava kimin umurunda? Tanıdığım kimsenin değil.
Müzik? Müzik kimin umurunda? Tanıdığım kimsenin değil. Festivalde kimler çalıyor? Kimin umurunda? Kimsenin.
Konu hippiler, liberaller, barış, sevgi ya da politika değil. Bunların hepsi zaman zaman festivali ele geçirmeye çalışır o ayrı. Glastonbury sen ne olmasını istersen odur. Glastonbury hayatını değiştirir. Eğer değiştirmiyorsa sana tavsiyem, git kendine bir hayat bul.’
İmza Noel Gallagher. Şu ana kadar rast geldiğim en iyi festival tanımı bu. Hafta sonu 200 bin kişi Glastonbury’deydi. Nedir, nasıldır, ne yapıyorlar diye soranlar, merak edenler işte Noel reisin bu satırlarından belki bir anlam çıkarabilir. Kimler mi vardı bu yıl? Kimin umurunda ki?
Bir sürü festivale gittim ama Glastonbury’ye hâlâ gidemedim. Her sene
Londra’da Nihan ve İbrahim Aksu’nun sahibi olduğu Bold kafe, “Fleabag” dizisinde kullanıldığı gibi birçok ünlü ismin de uğrak yeri.
Londra’ya geldim geleli adını duyduğum, uğramayı planlayıp bir türlü yolumu düşüremediğim bir yer var. Sonunda bir süre önce fırsat bulup gidebildik ve çok tatlı insanlarla tanışıp, işlettikleri Bold’u keşfetmiş olduk. Normalde yeme içmeyle ilgili yazılar yazan biri olmadığım malum ama bir istisna yapıp buradan bahsetmek istedim bu hafta sonu.
Londra’nın Kuzey Batı’sında Hampstead Heath parkını çevreleyen mahallelerden Dartmouth Park’ın tam göbeğinde Bold. Highgate, Tufnell Park, Kentish Town, Gospel Oak semtleriyle çevrili bu şirin mahallenin biraz içlerine doğru girince karşınıza çıkıyor. Küçük, sınırlı sayıda masası olan ama her zaman hareketli bir yer.
Sahipleri Nihan ve İbrahim Aksu, Londra’ya beş yıl önce gelmişler. Nihan kafenin mutfağından sorumlu, İbrahim kahvenin başında. Aslında teknik olarak ikisi de her şeyin başında. Herşeyle birebir ilgileniyorlar.
Bu sessiz sakin
Palmiyeler’in müziğini duyunca insanın gözünün önünde dertsiz tasasız bir gün batımı beliriyor. Bağlamsız, soyut, sonuna kadar depolitize, gündemden bihaber, daha da iyisi, gündemi ipine takmayan bir gün batımı.
Bu dertsiz-tasasızlığı eleştirilecek bir şey olmaktan çıkarıp tarz ve sanata dönüştürebilen ender ekiplerden Palmiyeler. Aynı albümü farklı versiyonlar, yeni şarkılar ve ince dokunuşlarla yeniden üretip kaydedip yayınlıyorlar adeta ilk günden bu yana. Bu tutarlılık ve estetik bütünlüğü değiştirmemelerini, arayışlara girmemelerini de işte aynı dertsiz tasasız ruh hâliyle açıklamak lazım. Klasik olmaya giden yol ufka doğru dosdoğru emin adımlarla yürümekten geçiyor. Sağa sola sapmaya gerek yok.
“İkimiz”, Kasım 2021-Şubat 2022 arasında grubun Amerika turnesinin ardından kaydedildi. 2021 Şubat’ından Ekim’ine kadar devam eden bu turnede ekip, Allah-Las’tan Pedrum Siadatian’ın solo projesi “PAINT” ve Mattson 2’dan Jared Mattson ile aynı sahneyi paylaştı. Grubun yedinci stüdyo
Karnım zil çalmaya başladığı anda mekândan içeri adım attık neyse ki. Zamanlama her şeydir demişti biri, evet doğru. Banner’s diye bir yer burası. Jamaika mutfağıyla meşhur. Sabahları böyle ağır, bol kalorili kahvaltı ve bloody mary’yle güne başlayabileceğin yerlerden. Bazen buna ihtiyacı oluyor insanın.
İçeri girince solda bir bar, arkaya doğru üç dört kişilik masalar devam ediyor. Duvarlarda Elvis Costello’dan Jimi Hendrix’e müzik tarihinin belli başlı karakterleri endam etmekte. Duvar kâğıdı gibi kaplanmış posterler, afişler. Biraz daha arkada soldaysa kocaman bir Bob Dylan resmi çerçevelenmiş. Duvardan bir de kulaklık sarkıyor. Yemek yerken kulaklıktan Dylan dinleyebiliyorsun. Enteresan. Sonra anladık. Bob Dylan buraya geliyormuş.
1993’te az ilerideki Church Studios’da kayıtlar yapıyormuş o dönem. Hoş bir tesadüf. Dylan’ın masasında bir çift romantik romantik quesedilla götürüyordu. Rahatsız etmeyelim dedik, Hendrix boştu, onun önüne oturduk.
İlk kez Londra’da rastladığım enteresan bir uygulama var. İşlevini şu
Sivrisinek vızıldadı vızıldadı, koluma kondu. Şak diye patlattım tokadı. Sükûnetleri bozulan sessiz ve huzurlu İngilizler korku ve endişeyle kafalarını bana çevirdi.
“Bir şey yok, sadece sivrisinek” dedim. İçimden. İngiltere’de yılın en sıcak günü ve sivrisinekler burasını Marmaris, Bodrum falan sanıp ortaya döküldüler.
Sadece sivrisinekler değil bana cennet vatanı hatırlatan. Evden Roundhouse’daki Interpol konserine, Camden Town’a doğru yürürken yolda karşıma çıkan bütün pubların önü ana baba günü. 33 dereceyi bulan havada herkes güneşin altında yayılmış, bira içiyor. Evet, gölgeyi sevmez İngiliz. Tişörtü çıkarır, güneşte içer. İşte sana erken 2000’ler Gümbet’inden bir sahne. Olmayan deniz yerine Regent’s Canal ve az ileride Camden Lock’ta bozuk para karşılığında fotoğraflarının çekilmesine izin veren biri iki punk hariç.
İki gece üst üste Roundhouse’u kapattı Interpol ve biletler çoktan tükendi. Bu yeni albümleri “The Other Side of
Müzikte son yıllarda türler ve tarzlar arasında sınırlar iyice kayboldu. Daha doğrusu sanatçıların artık bir tarz tercihi pek yok.
Rock şarkılarını sevdiğiniz bir sanatçı bir gün rap şarkıyla çıkageliyor. Rap sanatçısı club parçası yapıyor. Türküler söyleyen biri bir bakmışsınız rock şarkıyla çıkmış. Pop zaten nereye çeksen oraya gitmekte.
Mesela Çakal. Son dönemin yıldızı parlayan yeni rapçisi. Mumble, trap, drill derken bu hafta dans prodüktörleri Arem Özgüç ve Arman Aydın’la iş birliği yaptığı “Dünya Fani” diye bir club şarkısıyla çıkageldi. Drill’cilerin EDm’e ne zaman el atacağını bekliyordum ne zamandır, işte oldu sonunda. Şimdi DJ ve prodüktörler eğer biraz öngörülü olabilirlerse buradan çok hit çıkar.
Canozan, akustik gitarıyla mırıl mırıl şarkılar söylemeye ya da o ara yükselen kadın indie vokal kimse onunla düet yapmaya mola verdi bu hafta. Bir adet rock şarkıyla dikkat çekti. “Piç”. Güzel bir yol, umarım devamı gelir.
İkiy
"Kış Masalları" diye bir kitap var evde. Sanırım Leyla doğduğunda satın almıştım. Her acemi baba gibi “Çocuğun bu kitabı okumasına daha en az beş yıl var” gerçeğini unutarak aslında kendime aldığım kitaplardan biri. “E çocuk artık kitapları yutmaya başladı, bunun da zamanı geldi, hem Türkçesine de yardım eder” diye piyasaya çıkardım dün. Meraktan mutfaktaki masaya oturup kendime bir çay koydum ve karıştırmaya başladım.
İlk masal Hans Christian Andersen’den. Hani “Andersen’den masallar” deriz ya, böyle tatlı tatlı anlatılan hikâye gibi şeylerle hafiften dalga geçmek için. İşin aslı hiç öyle değil. Andersen baba resmen Türk dizisi yazmış. Hem de acılı. Adı “Küçük Çam Ağacı”. Al bunu bir senaryo ekibine ver, uyarla, köyden kente geliş ve kayboluş hikâyesi olsun.
Küçük Çam Ağacı bir an önce büyümek ve ormandan kaçmak istiyor. Ama o bir ağaç ve olduğu yerde duruyor. Bir gün gelip bunu kesiyorlar Noel için. Seviniyor önce. Bir eve