Birinci gündem sıcaklar. Herkes havaların nasıl olup da bu mevsimde hâlâ bu kadar sıcak olduğunu sorguluyor. Ağustosun ikinci yarısında, eylüle dakikalar kala Londra’da havaların hafiften ceketlik, pardösülük olması gerekir. Şu anda şort, tişört dahi fazla. Üstü çıplak dolaşan çok var. Parklarda güneşleniliyor hâlâ.
Mevsime göre giyinme konusunda usta olan İngilizlerin bocaladığını şaşkınlıkla görüyorum. Şortlu, tişörtlü adamın yanında pardösülü kadın yürüyor. Çocuklardan yalınayak dolaşanı da var, yağmurlukla gezeni de. Terlikler hâlâ piyasada ama buna karşılık botlarla gezenler de göze çarpıyor. Sabahları buz gibi, öğlen Marmaris sıcağı. Acayip günlerden geçiyoruz Londra’da.
‘Bol bol su içsin’ tavsiyesi
İkinci gündem hastalıklar. Burada “stomach bug” ya da okullarda “tummy bug” denen gastreoenterit yani mide ve bağırsak enfeksiyonları yaygınlaştı. Bunu da sıcağa bağlayan var. Okullar kapanmadan vakalar çoğalma eğilimindeydi, yazın
Teoman’ın yeni şarkısı “Bir Kış Sabahı”, bu hafta yayınlanan “Rock and Roll” adlı derlemde albümde yer alıyor. 17 parçanın yer aldığı bu çalışmayı Teoman’ın akustik dönemi bitti, diye yorumluyorum. Zira son yıllarda rock sound’undan uzak ne varsa denedi Teoman. Minimal düzenlemelerle vokalini ve sözlerini öne çıkarmaya çalışmasını ve müzikte teferruattan kaçınmasını kariyerinin bu döneminde farklı bir seviye ve bilgelik aramasına, içindeki Leonard Cohen’i çıkarmaya çalışmasına bağlıyorum ve anlıyorum. Ama işte Teoman daha ölmedi. Ve Teoman, Leonard Cohen değil. Olacaksa da daha rahat bir 25 yılı var. İçinde bulunduğu ruh hâlinden sıyrılıp cayır cayır rock yapmaya başlaması, hem blues hem klasik rock sound’larına yeniden dalması, eski şarkılarını da bu anlayışla yeniden söylemesi yani rock and roll yapması bence hayranlarını çok memnun etmiştir.
Çünkü bu topraklarda Teoman rock and roll’dur, rock and roll da Teoman’dır.
Alaca ve KÖFN benzerliği
Elimde olmadan benzetiyorum. Her
Japonya’da şu anda gençlerin daha fazla alkollü içecek tüketmesi için devlet tarafından yürütülen bir kampanya var. Adı Sake Viva! Tanıtım videolarında restoranlarda, barlarda masaların başında toplanmış neşeli gençleri sake içerken görüyoruz. Kahkahalar atılıyor ve ardından herkes içeceklerini bir dikişte bitiriyor. Sohbet, muhabbet eğlence ve sake.
Bu kampanya özellikle Kovid dönemiyle birlikte inişe geçen alkollü içecek tüketimine bir destek olarak hazırlanmış. Sebep: Toplanan vergilerin azalması. Devletin paraya ihtiyacı olunca, devlette birileri “Bir dakika, bu insanlar neden eskisi gibi içki içmiyor?” diye düşünmüş olmalı. Japon devletinin alkolden topladığı vergilerin tüm vergilere oranı 2011’de yüzde 3 iken, 2020’de yüzde 2’ye inmiş.
Ancak konu sadece Kovid ile ilgili değil. 1995 yılında yetişkin bir Japon 100 litre alkollü içecek tüketirken, bugün bu oran 75 litre. Gençlerin önceki dönemlere göre daha az alkollü içecek
Askeri tatil denirdi eskiden. Askerlik gibi tatil. Sabahtan akşama kadar ne yapacağın ince ince programlanmış. Erkenden kalkılacak, şezlonga havlu atılacak. Ardından denizde sabah yüzmesi yapılacak. Hemen ardından sağlıklı kahvaltı. Şu kadar sayfa kitap okunacak, şuralar görülecek, şuralarda muhakkak yemek yenecek, filanca koya gidilip yüzmece, filanca tepeden günbatımı, ayı izlemeye gitmek lazım ama illa şeyden, tekneyle filanca rota yapmalı, akşam yemeğinde illa buranın şey balığı…
En son ne zaman bir fayda sağlasın, yararı olsun diye değil de sadece ama sadece size keyif verdiği için bir şey yaptınız? Ne bileyim, mesela denize giriyoruz tamam da ne zamandan beri denize girmek havlu atma ve sağlıklı kahvaltı arası bir aşağı bir yukarı en az yarım saat kulaç atarak haldır haldır spor yapmak oldu? Sadece zevk için denize girmenin ve hiçbir şekilde spor yapmamanın, sadece öylece durmanın ne gibi bir zararı vardı?
Bir faydası olmadan ve zamanını planlamadan denize atlayıp yüzümüzü göğe doğru dönüp sırt üstü yatmayı, rüzgâr göbeğimizi yalayıp geçerken
Müzik festivallerini eleştirmek, organizatörlerin yanlışlarının altını çizmek başka bir şeydir, festivalleri toptan yasaklamak başka bir şeydir. Festivallere sıkı denetim getirmek başka bir şeydir, son dakika yasaklamak başka bir şeydir.
Festivallerin keyfi nedenler öne sürülerek seri biçimde yasaklanması münferit mesele olarak ele alınabilecek sınırları çoktan geçti. 2000’li yılların ortalarından bu yana yürütülen bilinçli ve sistematik bir mevzi kazanma mücadelesinin geldiği noktayı yaşıyoruz bugün.
Festivaller alkol satışı öne sürülerek yasaklanmaya başlandı. Alkol sponsorlukları yasalarla tamamen yasaklanarak dünyada eşi benzeri olmayan bir şekilde canlı müzik organizasyonlarına darbe vuruldu, hızla büyümekte olan bir sektör söndürüldü. Bunun gençleri korumak için yapıldığı ifade edildi. Avrupa’da da böyle dendi. Hiçbiri doğru değildi. Avrupa’da ve ABD’de alkollü ve alkolsüz içecek firmalarının festivallere sponsor olmasına, logo
Ben Fero arayı açmıştı. 2020’deki “Yabani” adlı EP’nin ardından single’lar ve düetler yayınlayan İzmirli rapçinin Temmuz 2001’den bu yana sesi çıkmıyordu ki önce Haziran’da “Onlar Anlamaz” geldi. Sözleriyle yeni nesil rap’çileri eleştiren bir parçaydı. Yokluğumda ortalık çok boş kalmış mealinde sözlerle kendini hatırlattıktan sonra bu hafta “Çok Kolay” adlı yeni rap’ini internete koydu. Canlı performans görüntülerinden oluşan video Ben Fero’nun gövde gösterisi gibi olmuş. Sözler gene gençlere çakmalı atarlı. Ben Fero’nun “Mahallemiz Esmer”, “3 2 1” ya da “Demet Akalın’ ile ortalığı yıkıp geçtiği 2018’i hatırlıyorum da o zaman da bu kim ya deniyordu kendisi için. Zaman hızlı akıyor ve beş yılda “Bu da kim?” denen genç yetenek, kendinden sonra gelenleri eleştiren sözler yazıyor. Galiba dünyanın kanunu bu. Adem’le Havva’dan bu yana “Bu gençler çok bozuldu”ya
Suç diye bir kategori var ya. Hani stream platformlarında izleyecek film ararken sıkça tıklayıp karıştırdığımız başlık. Edebiyatta ve eğlence endüstrisinde en popüler kategorilerden biri bu biliyor muydunuz?
Londra’daki kitapçılara gittiğimde de büyüleniyorum “suç” (crime) başlığı altında sunulan çeşitliliğe. İnanılmaz geniş bir yelpazede suç hikâyeleri anlatan yüzlerce, binlerce kitaba her gün yenileri ekleniyor. Mafyadan, sıradan cinayetlere, örgüt işlerinden dolandırıcılığa, kaçakçılıktan uyuşturucu işlerine karanlık alemlerde ne varsa inanılmaz ilgimizi çekiyor. Bu karanlık kirli ortamlara kafamızı sokup incelemek çok cazip geliyor. Elbette beyaz perdede 70’li yıllarda “Baba” filminin açtığı kapıdan 90’ların sonunda geçen ve televizyonu değiştiren “Sopranos” dizisinin ve onun gibi “anti-hero” kahramanları öne çıkaran yapımların bu popülerleşmedeki önemi büyüktür. Onlar olmadan herhalde bu talep de olamazdı.
Kanun içinde kalan uysal ve
Beyoncé’nin yeni albümü “RENAISSANCE”ı öforik çığlıklar eşliğinde öve öve bitiremeyen kalabalığa katılmadan, biraz daha mesafeli olmaya çalışarak değerlendirmek isterim. Dünyada halen “diva” olarak çağrılabilecek ender sanatçılardan, pop ve R&B’nin en büyük vokallerinden biri olarak Beyoncé zaten ne yapsa merakla ilgiyle izleniyor. Köklere dönüş temalı “Lemonade”i yaptığında çocukluğunun ve siyah müzik kültürünün köklerine odaklanmıştı. Çok da güzel olmuştu. Bu albümde Jack White, The Weeknd, Kendrick Lamar, James Blake isimlerini görüyorduk katkıda bulunanlar arasında. Bu albüm bir tür “hayatıma ve köklerime saygı” albümüydü. Dans ve eğlence albümü değil, bir tür öz-analiz albümüydü.
Beyoncé, 2016 tarihli bu çalışmanın ardından bir çok iş yaptı ama derli toplu bir stüdyo albümü çıkarmadı. Tam planlanıyordu araya pandemi girdi. İşler durdu.