Fernando Pessoa bir gün kalemini masaya atar ancak masa eğimli olduğundan kalem geri gelir, “Bir anda anladım her şeyi.” der Pessoa. Yazarın anladığı şeyin koleksiyonumda artık olmayan bir kalemle bağlantısı olduğunu düşünüyorum
“Teşebbüs eden tesadüf eder” deyimini ilk kez musahhih Kemal Kırar (1963-2019) ile yapılan bir söyleşide görmüş (ruhu şâd olsun) yazıyı kesmiş, özenli bir a4 kağıda yapıştırmıştım. Altını çizdiğim bu cümle ise her türlü koleksiyonun gidebileceği yolların özlü bir tarifidir diye düşünüyorum.
Koleksiyoncu dediğimiz kişi ister kadın ister erkek ister genç ister güngörmüş olsun, kendisi at sırtında giden bir meraklı gibidir. Yavaş da gidebilir hızlı da manzara sürekli değişim gösterir, kişi daima ilerler. Bu arada koleksiyon çoğalır, güzel tesadüfler ve bazen kayıplar olur. Olsun, her koleksiyoncu bir parçayı kaybedebilir ama merak içinde olduğu sürece içindeki ateş küllense de sönmez için için yanmaya devam eder. Bir kere (teşebbüs etmiş) o ata binilmiştir artık oradan inmek diye bir şey söz konusu olamaz çünkü her koleksiyon çok öğreticidir, yeni şeyler öğrenmenin zevki bitmez tükenmez. Koleksiyoncu bir kere yola çıkmayagörsün güzel tesadüfler ve harikalar diyarında bir gezintiye çıkar. O da neymiş denilen her konunun derya deniz olduğunu öğrenmek başlı başına şaşırtıcıdır. (Kurşunkalem resimleri koleksiyonu yapan biri ile konuşmak ufuk açıcı ve bir o kadar da ilginçtir.)
Üstelik her koleksiyoncunun tabiatı farklıdır bu nedenle aynı konuda olsa bile koleksiyonlar asla birbirinin aynı olamaz. Kişinin ruh halleri, görgüsü, azmi, bilgisi, tutkusu, yaşı, çevresi, ailesi ve tesadüfler bir koleksiyonu diğerinden farklı kılar. Bütün bunları bir kenara bırakırsak aslında kitap koleksiyoncusu ile kalem koleksiyoncusu arasında hiçbir fark olmadığını görebiliriz: Nadir bulunan mekanik bir saat ile Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir tablosu meraklısını aynı ölçüde içten titretir.
Perşembe günü 87 yaşındaki bir okurumla telefonda konuşuyorduk. En son 30 sene evvel dolmakalem kullandığını, kalemleri çalındıktan sonra yazı yazmaktan nasıl uzaklaştığını anlattı. Fakat son zamanlarda Milliyet okumanın içindeki sönmeye yüz tutan ateşi yeniden alevlendirdiğini söyledi. (O sırada masanın üzerinde duran gazetenin logosuna baktım, haklıydı.) Konuştuğumuz sırada dolmakalem avına çıkmıştı. Kayıp kalemleri düşündüm. Aradan 30 yıl geçmiş olsa da çalınan kalemlerin üzüntüsünü hissettim, bir süre hayıflandık.
Lamy 2000 için ağıt
Benim de benzer bir acım vardı, 2017’de tasarım harikası Lamy 2000’imi kaybetmiştim. O zaman öyle canım yanmıştı ki oturup “Lamy 2000 için ağıt” başlıklı şöyle bir yazı yazmıştım:
“Eski bir Lamy 2000 vardı bende. Eski dediysem sahiden eskiydi. İlk çıkan örneklerden biriydi, arkasında minik bir L harfi olan, küçük detaylarıyla yeni sürüm Lamy 2000’lerden ayrılan çok güzel bir dolmakalemdi. Yıllardır sorulur, hangi kalemi/kalemleri almalıyım diye. Ben de bir kalemseverin elinde muhakkak olması gereken 5-10 tane kalem sayarsam bir tanesi mutlaka Lamy 2000 olur. Çünkü Lamy 2000 bir başyapıttır. Eski yeni fark etmez, Bauhaus okuluna bağlanan tasarımıyla üst düzey bir dolmakalemdir. Hele dandik bir kalemden sonra onunla karşılaştığınızda çağ atlamış gibi olursunuz.
Uzun zamandır kalemlerimin arasında Lamy 2000 yok maalesef. Söylemesi zor: Kaybetmişim. Aslında önce paniğe kapılmadım. Sakince ve sırayla olabileceği yerleri (gazetedeki masanın çekmeceleri, evdeki kutular...) tek tek aradım. Her hafta sistematik olarak araştırmamı sürdürdüm. Her yere baktım ama yok yok! Bu hafta arayacak yerlerin tümüne baktığımı anladım ve kahroldum. Bazı şeylerin telafisi yok. (Kaybolan güzel şeylerin en acı veren yanı da bu.) Kalem deyip geçmeyelim, kaybolup giden değerli hemen her şey gibi yanında alıp götürdüğü bazı şeyler de oluyor.”
Koleksiyoncunun sohbeti
Biz telefonda benzer dertleri olan iki eski dost gibi konuşurken konu konuyu açtı ve bir baktım ki mimariye kadar gelmişiz. Neyse ki okçuluk ve Necmeddin Okyay üzerine bir sohbete doğru dolu dizgin gitmeden kıyıda durabildik. Aslında bu durum çok doğal, koleksiyoncular meraklı insanlar, bir bilgi diğerini çağırır ve böylece konular dallanır budaklanır. Şaşırdığım şey ise daha tanışalı birkaç dakika olmuşken derin sohbetlere girmenin nasıl mümkün olabildiğiydi.
Koleksiyoncunun sohbeti bitmez ya kaybı da olsa tutkusu da azalmaz. Bir başka konu ise fotoğraf. Daha ortaokula giderken yani 1980’li yıllardan beri fotoğraf çekiyorum. Zamanla birçok makine ve objektif değiştirdim. Şimdi biri analog diğeri dijital olmak üzere iki makinem ve binlerce fotoğraftan oluşan bir koleksiyonum var. İlginç olan şey ise başka; bunca yıl sonra bile ne zaman fotoğrafa meraklı bir arkadaşımla karşılaşsam aynı heyecanla aynı tutkuyla fotoğraf ve fotoğraf makineleri üzerine sohbet etmeye başlıyor ve saatler boyu konuşabiliyoruz. Fotoğraflarımın çoğu çer çöp ama ben seviyorum onları, yetmiyor benim gibi meraklılarla paylaşıyorum. Bazen günlerce makineyi bir kenarda unutuyorum ama ne zaman evdeki o efsane “Geniş Açı” dergilerini görsem (50 sayı çıkan bu derginin ilk iki sayısı eksik ama olsun) elim hemen fotoğraf makinesine gidiyor.
Demem o ki hiçbir koleksiyon kendi başına anlamlı ve yeterli değil, insan paylaşmak ve üzerine konuşmak istiyor. Koleksiyonculuğun belki de en güzel yanlarından biri işte bu paylaşma duygusu olabilir. Bazı koleksiyoncular ise zamanla öylesine geniş ve değerli bir bütün oluşturuyorlar ki bu merak bir müze açmaya kadar gidebiliyor. Ne yazık ki her koleksiyon bu kadar şanslı olmuyor, onlarca yıl boyunca biriktirilen eserler haraç mezat satılınca dağılıyor ve bütünlük bozulabiliyor. (Olsun ne gam, bu sefer de diğer meraklılar bayram ediyor.)
Ben de kaybettiğim kalemi düşünürken o üzüntüyü yeniden hissettim fakat aradan geçen zaman (bunca yıl başka bir Lamy 2000 almak gelmedi içimden) garip bir şekilde bu üzüntüye bir neşe katılmış gibiydi. Nedenini ise Fernando Pessoa’nın yazdığı ‘Huzursuzluğun Kitabı’nı okurken anladım: “Kalemimi masaya atıyorum, çalıştığım eğimli yüzeyde yuvarlanıyor ve yakalamadığım için geri geliyor. Bir anda anladım her şeyi. Hissetmediğim bir öfkenin emrettiği şu harekette ansızın kabaran bir neşe vardı.”