Bir haftadır yazılarımıza ara verip Avustralya’da, Sydney’de bir konferansa katılmak üzere yollara düştük. Neyse, kürkçü dükkânına döndük.
Giderken de, gelirken de Hong Kong’da durarak ikişer gün kaldık. İngilizlerin Çinlilerden kiralayarak yarattığı bu kenti üniversitede hukuk okuyan bir arkadaşımın polis örgütüne katılmasıyla çok merak etmiştim. David şimdi Sham Shui Polis Departmanı’nın başına gelmiş. Eh aradan da 29 yıl geçti.
Havaalanında müthiş bir domuz gribi kontrolü vardı. Çoğu insan ağzına maske takmış. (Döndüğümde gördüm ki, biz hamsi yediğimiz için bunların hiçbirine gerek kalmıyor. Ne de olsa biz doğuştan bağışığız!) Şehir içine varır varmaz Türkiye’den tavsiye edilen lokantaların hepsinin üstüne bir çizik atıp Çinlilerin, daha doğrusu Kantonluların (bölgenin ve dilinin ismi) yoğun olarak gittiği bir lokantanın yolunu tuttum. Hani bizdeki tencere yemeği yapan esnaf lokantaları gibi.
Çin mutfağının başkenti
35 yıl önce annem Çin’e gittiğinde aç kalmıştı. Ama annem Pekin’e gitmişti. Oysa şimdi ben Kanton’da, mutfağının başşehri Hong Kong’daydım. Vardık bizim Yung Kee Restoran’a. Buraya rezervasyon da yaptırsanız kuyruk kaçınılmaz. Tabii biraz ayakta boş masa bekledik.
Mönü hayli kalabalıktı. Aslında Hong Kong’un milli yemeği, Cha Siu; yani bala ve baharata bulanmış domuz kızartması. Zaten Kanton mutfağı hayli ağır ve çoğu yemekte domuz var. Örneğin, sabahları kahvaltı niyetine yedikleri Dim Sum’un (pirinç hamuruyla yapılmış mantı, İngilizler buna “dumpling” der) içinde bile domuz eti oluyor. Avrupa’da yediğimiz Çin yemeği ise bizim damak tadımıza göre dönüştürülmüş. Ters gelmemesi de bundan. Tabii biz kızarmış kaz yedik. O da özeldi. Biraz fazla yağlı ama lezzetliydi.
Hong Kong’da insanı sıcak değil, rutubet perişan ediyor. Rutubet oranı yüzde 90! Söylediklerine göre Bangkok da böyleymiş. Aman uzak dursun! Oturduğunuz yerde üstünüzden şakır şakır ter akıyor. Sokaklarda alışveriş delisi kadınlar gibi ikide bir dükkânlara dalıp serinlemeye çalışıyordum.
Tayfun alarmı ve Şincan
Sydney’den dönerken yine Hong Kong’da kaldım. Sabah tayfun alarmı verildi, kimse burnunu sokağa çıkaramadı. Otelde televizyonda Çin kanallarına baktım; Şincan yoktu. Bizim neoliberallerimizin bu konuya ağırlık vereceğini sandım ama döndüğümde yanıldığımı anladım. Onlar hâlâ Ergenekon’la meşgul.
Öğleden sonra biraz çarşıda dolaştım. Elektronik Türkiye’den daha ucuz değil. Örneğin dönünce, satın aldığım kameranın Türkiye’de daha ucuz olduğunu öğrendim. Lokantalar ise kesinlikle Türkiye’den daha hesaplı. Ulaşım da çok ucuz. Metroda aktarmasız seyahatler 1 TL’nin altında. Taksiler de İstanbul’un yarı fiyatına.
Hong Kong’da kişi başına gelir 45 bin doları buluyor. Bu bakımdan dünyanın 9. zengin ülkesi. Hızlı da büyüyor. 7 milyona yakın nüfusun yarısından fazlası çalışıyor. Bu kadar küçük ülkenin 300 milyar dolara yakın milli geliri, 390 milyar dolar ithalatı ve 365 milyar dolar ihracatı var. Bunun yarısı Çin’le ve bir kısmı da hizmet şeklinde. Hong Kong aslında 1998’den beri Çin toprağı, ama devir sürecinde “tek ülke, iki sistem” ilkesi benimsenmiş. Böylece Hang Seng dünyanın en önemli finans merkezlerinden biri olmuş.
Sonraki durak Sydney. İstanbul’la yarışacak tek kent!