Son günlerde Avrupadan gelen çelişkili, zaman zaman da hayal kırıklığı yaratan mesajlar Avrupanın heterojen oluşundan (çeşitliliğinden) kaynaklanıyor. Ancak Avrupayı da anlamak gerek. Nüfusu şimdilik 70 milyonu aşan, fakat 10 yıl sonra 85 milyonu bulacak olan Türkiye, AB nüfusunun neredeyse üçte birine sahip olacak. Üstelik öylesine farklı ki, bırakınız sosyokültürel farklılıkları, sosyoekonomik bakımdan en geride yer alıyor. Kısacası, Türkiye fakir ve büyük.Gelelim, sosyokültürel konulara. Türkiye Batılılaşmaya çalışsa da, diğer tüm üyelerden çok farklı. Batının son yıllarda gerek göçmenlerden, gerekse dış dünyadaki gelişmelerden ötürü Doğuyla mesafesinin açıldığı da ortada. Kısacası, Türkiyeye ayrımcılık yapılması haksızlık, ama Türkiye diğer tüm adaylardan da çok farklı.Avrupada iki ayrı görüş var. Biri devletlerin görüşü; ki bu stratejik bakımdan Türkiyenin Avrupanın yanına alınmasını savunuyor. İkincisi de, Avrupa halkının Türkler hakkındaki rahatsızlığını yansıtıyor. Halkın sosyokültürel rahatsızlığı zaman zaman devletlerin açıklamalarına yansısa da, devletlerin aldığı pozisyon daha çok siyasal ve stratejik. Devletler, genellikle Türkiyeyi henüz "içlerinde" olmasa da, "yanlarında" istiyor. Bu da şimdilik uzun süren bir tam üyelik maratonu anlamına geliyor. Kısacası, 17 Aralıkta Türkiye yarış pistine çıkacak ama yolun kaç kilometre olduğunu bilemeyecek.Öte yandan, Avrupa da bir ikilem yaşıyor. Avrupa, çıkışındaki 6 ülkeye dayanan, daha doğrusu Almanya - Fransa eksenli konumdan, bir başka boyuta taşınmayı tartışıyor. Bu da geniş Avrupa konsepti. Bu konsepte geçilecek ve küresel bir rol üstlenecekse, Türkiyenin tam üyeliği şart. Yok eğer Avrupa, doğumundaki gibi daha çok bir ekonomik birlikle yetinecekse, zaten Türkiyeye olan gereksinim Gümrük Birliğiyle karşılanmış olur.İşte bu aşamada Türkiye, Avrupanın bu büyük projesine karşı çıkanları adeta kışkırtan bir tutum sergiliyor. Üyeliğin dayanağı olarak Avrupanın kendi içinde Müslüman bir toplumu yaşatma zorunluluğundan bahsediyor. Oysa bu çok yanlış: Türkiye Müslüman olduğundan değil, rejimi laik, demokratik değerleri gelişmiş bir büyük ülke olduğundan AB içinde yer almalı. İslami vurgulu bir yaklaşım ise, daralmış Avrupa anlayışındakilerin büsbütün tepkisini çekiyor.Türkiye 1963te Ortak Pazara imza atarken her türlü Batı ittifakının içinde yer almak güdüsünü taşıyordu. Ancak o dönemin iktisatçıların "Onlar ortak, biz pazar" anlayışıyla AET konusunda ilerlemeleri yavaşlattı. 24 Ocak bu direnci kırdı. Ama son yıllarda bir başka direnç oluştu. ABnin gerektirdiği siyasal reformların Türkiyeyi böleceği kaygısı var. Oysa 1963te AET Gümrük Birliğiydi, şimdi ise bir siyasal birlik. Bir ülkenin bölünmesi ise dıştan değil, olsa olsa içten olur. Biz kaynaşamadıysak, kabahat bizdedir. hgunes@milliyet.com.tr Türkiye Cumhuriyeti 17 Aralık 2004 tarihini adeta bir milat olarak görüyor. Bu tarih iki yüz yıldır çabalanan Batılılaşma sevdasının adeta bir erişimi, ya da vuslatı olarak algılanıyor. Ve bu aydınlar tarafından iliklere kadar yaşanıyor. Toplumun geri kalan çoğunluğu ise Avrupanın yoksulluğa bir umut oluşturacağını sanıyor. Tabii gerçekler çok farklı.