Efendim malumunuz Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği’ne (AB) aday ülkelerin eski adıyla ilerleme raporlarını, yeni adıyla da ülke raporlarını bu hafta Çarşamba günü törenle açıkladı. Türkiye raporuna ilişkin haberi geçen Perşembe günü yayınlanan Milliyet gazetemizde okuyabilirsiniz. Raporun felsefi ve siyasi mesajını da şu şekilde özetleyebiliriz:
AB-Türkiye ilişkilerinde işler pek iyi gitmiyordu. Ancak Türkiye, 28 Mayıs seçimlerinin ardından AB ile ilişkileri yeniden canlandırma konusundaki iştahını dile getirdi. Bu yüzden de rapor, ‘bir kez daha deneyelim ve ilişkileri yeniden canlandıralım’ mesajını ima ediyor. Değerlendirmeler ekseriyetle ‘nesnel’, ancak Türkiye-Yunanistan ve Türkiye-Güney Kıbrıs ilişkileri ise doğal olarak pek bir yanlı. Neticede Türkiye ‘sadece’ aday, sair iki ülke ise üye. Bu yüzden de üye ülkelerin zaviyesi veya kerterizlerine göre kaleme alınmış.
Ancak dikkatimi çeken çok önemli bir unsur yok değil. Hatta bu unsur AB-Türkiye ilişkilerini bence zehirleyen bir konu. Türkiye’nin yanlış algılanmasına ve bu çerçevede de var olan durağan ilişkilerin daha karamsar ve kötümser hale getirilmesine neden oluyor. Yanlış hesaplara dayalı bir gözlem, Brüksel-Ankara ilişkilerini halk nezdinde de kötü etkiliyor. Raporun 125. sayfasının son paragrafında, Türkiye’nin AB ortak dış politikasına katılımını sağlayan kurumsal çerçeve olan ortak dış ve güvenlik politikası (CFSP) ile ortak güvenlik ve savunma politikasının (CSDP), hem Türk Dışişleri Bakanlığı’nın hem de Savunma Bakanlığı’nın bir parçası olduğu belirtiliyor. Ardından da Türkiye’nin, AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi’nin gerçekleştirdiği dış politika ve savunma açıklamalarının sadece %10’una katıldığını belirterek, Türkiye dış politikasının AB dış politikası ile uyumlu olmadığına vurgu yapıyor. Bu açıklamaya ve bu rakamlara bakıldığında, Türkiye ile AB’nin dış politika alanında sanki hiçbir ortak noktası olmadığı veya var olan asgari müştereğin de çok düşük olduğu intibasına kapılabiliriz. Oysa bu rakam, oran olarak yanlış değil belki, ancak AB’nin hesap yapma yöntemi pek bir yanlış.
Libya, Venezuela, Kosova...
Örneğin Türkiye, Libya’da sadece Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tanınan Fayez al Saraj’ı, ardından da yine BM tarafından tanınan Cumhurbaşkanı Mohamed el Menfi’yi tanımaya devam etti. AB ise bir taraftan Saraj’ı, diğer yandan da Tobruk’daki Halife Hafter güdümündeki hükümeti tanıyordu. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin haklı, AB’nin ise pek de haklı olmadığını tarih gösterdi.
AB uzun süre bölücü terör örgütü PKK’nın Suriye’deki uzantıları arasında yer alan YPG’ye sütten çıkmış ak kaşık muamelesi yaparken, 2023 Türkiye raporunun 4. sayfasında YPG’yi PKK’ya bağlı bir örgüt olarak tanımlıyor. Ancak AB mülteciler ajansının 2022 yılına yönelik olarak kaleme aldığı mülteci hedefleme ve profil raporunun 58. ve 66. sayfalarında, YPG ve PYD üyelerine terörist muamelesi yapılmaması ve hala belirli bir ölçüde katıldıkları faaliyete istinaden siyasi sığınma hakkına sahip olabilecek kişiler muamelesi yapılması öneriliyor. YPG’de uzun süre haksız olan AB, yakında PYD konusunda da yanıldığını anlayacak belki.
Venezuela konusunda 2020 yılında yapılan seçimlerin ardından Türkiye, sandıklarda seçilen ve meşru lider olan Nicolas Maduro’ya destek verdi, devrilmesine yönelik çabalara karşı çıktı. AB ise, Maduro’nun yerine geçirmeyi hedeflediği Juan Guaido’ya mali destek sağladı, Avrupa Parlamentosu’na davet etti ve tüm ortak dış politika açıklamalarında Guaido’ya destek verdi. Tarih Türkiye’yi haklı çıkardı, AB’nin ise yanlış ata para akıttığını gösterdi.
Yukarı Karabağ meselesi de aynı şekilde. Keza 2014 yılından beri Kırım konusunda aynı tutumu sergileyen Türkiye, hiçbir zaman pozisyon değiştirmedi. AB ise Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle birlikte Kırım söylemini derinleştirdi. Venezuela’dan Pakistan’a, Rohingyalardan Suriye ve Irak’ın kuzeyine, bir dizi konuda AB ile Türkiye’nin ortak bir politika gütmedikleri ve ortak bir görüşlerinin olmadığı intibası var. Ancak bu sorun Türkiye’nin politikasından kaynaklanmıyor. Sanki AB’nin yanlış politikasının bir eseri gibi. Ay başından bu yana NATO’nun Kosova’daki Barış Gücü komutasını üstlenen kişi bir Türk komutan. AB içerisinde İspanya, Romanya, Slovakya ve Yunanistan gibi ülkeler Kosova’yı tanımazken, Türkiye hem Kosova’yı tanıyor, hem de Başbakan Kurti’yi NATO ve Avrupa gündemini meşgul edecek adımlar atmaktan kaçınması konusunda ciddi şekilde uyarıyor. Bu sayede, AB’nin de güvenliği sağlanmış oluyor.
Mülteciler konusu da bir dış politika meselesidir. Türkiye’nin 3 milyonu aşkın Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapması, Afgan mültecilerin AB ülkelerine akın etmemesi için önlem alması da hem bir savunma, hem de bir dış politika tercihi. Karadeniz’de Montrö anlaşmasının savaş durumunun uygulanması olsun, Türkiye’nin Latin Amerika ve Karayipler politikası olsun, ‘MINUSTAH’a verdiği destek, OAS, ACS ve OECS’ye gözlemci sıfatıyla katılarak AB’nin uyguladığı politikalarla neredeyse örtüşen bir tutum sergilemesi, Afrika ülkelerinde yaşanan darbe ve darbe girişimlerine karşı çıkması gibi konular alt alta yazıldığında, AB ile Türkiye arasındaki dış politika uyumunun sadece %10 olması oldukça şaşırtıcı. %40 veya %50 olarak ilan edilmiş olsaydı, şaşırmazdım. Ancak bu son derece düşük ve pek de gerçekçi olmayan oran yanıltıcı. Tabii Türkiye’yi Granada’da yapılan Avrupa Siyasi Topluluğu toplantısının en hayati konusu olan Yukarı Karabağ meselesinden dışlarsa AB, Gayri Resmi AB Dışişleri Bakanları toplantısına davet etmezse, AB Savunma Bakanları toplantısına gayri resmi olarak bile çağırmazsa ve bunlara rağmen, Türkiye’nin icazetiyle, AB Dış Politika Yüksek Temsilcisinin her NATO bakanlar toplantısına katılmasına imkan tanıdığını unutursa, NATO liderler zirvesine AB kurumlarının başkanlarının davet edildiklerini kulak arkası edip, hibrid ve siber tehditler konusunda AB ile NATO yazmanlıkları arasında işbirliğinin Türkiye sayesinde yapıldığını unutursa eğer, tabii ki uyum oranı konusunda %10’la iktifa eder, hatta neredeyse mübalağa ettiğini bile söyleyebiliriz.