Cevher Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Haluk Özyavuz, bulunduğu her ortamda mutluluğu aramaya çalışıyor, “Gülmenin maliyeti sıfırdır, getirisi çoktur. Bunun farkında olalım” diyor
‘Renkli insan’ derler ya, işte o hiç de kolay sahip olunabilecek bir özellik değildir. İşte onlardan biri olan, işadamı, Cevher Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Haluk Özyavuz, başarıyı çok yönlülüğüne bağlıyor. Liyakat Derneği’yle tadı damağımızda kalan sohbetimizde çok güldük, bilgilendik... Sevinç Pastanesi Pazar Sohbetleri’nde sizlerle bu özel insanı bir araya getirdiğim için mutluyum...
Cevher Grubu Yönetim Kurulu Başkanısınız. Eğitiminiz, yaşadığınız süreçler nasıldı?
70’lerin ortasında Türkiye’de döküm mühendisliği olmadığı için yükseköğrenim sürecini Almanya’da geçirdim. Ardından da New York’ta yöneticilik programını bitirdim.
Yerli otomobil projesiyle ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?
Unutmayalım, bugün hâlâ otomotiv yan sanayii, Türkiye’deki ihracatın lokomotifi. Bir otomobilin neredeyse tüm parçalarını üretip ihraç etmemize rağmen, bunu bir araba haline getirip geliştirerek marka yaratmayı başaramadık. 80’lerin başından beri, ihracat yapan bir firma olarak -ki arabanın en önemli unsurlarını yapıyoruz- şahsen yüzde 100 yerli bir proje ihtimalini maalesef zayıf buluyorum.
Sektöre girdiğinizden beri hedeflerinizden şaşmalar oldu mu? Yol ayrımlarına girdiniz mi?
60 yıllık bir firma ve elbette çok yol ayrımlarına girdik. Bazı ortaklıklar yapıldı, ayrılıklar oldu, dağılanlar tekrar beslenerek yoluna devam etti... Cevher ekolünden güç alarak yaşanan tüm bu inişler, çıkışlar, dağılmalar ve genişlemeler, Ege’de bir sektör yarattı. 80’lerin ortasında Türkiye’de ilk defa başladığımız alüminyum jant sektöründe, 2000’lerin başındaki hayalim, İzmir-Manisa bölgesi olarak, aynı Silikon Vadisi gibi bir ‘Jant Vadisi’ yaratılmasıydı. Nitekim. Avrupa’da dolaşan her arabadaki dört janttan biri bölgemizden geliyor. Türkiye’nin gurur duyacağı bir başarı bu...
‘İzmirimi tanıtıyorum’
Özellikle İzmir’de gözlemlediğim babalar, dedeler işleri cesaretle kuruyorlar; oğullar tutucu kalıyorlar ve girişim olmadığı için de 3. nesle geçemeyen şirketlerle doluyor kent...
3. jenerasyona geldi mi maalesef şirketler devam edemiyor. Biz de 85’te başlayan bir ortaklık, 2000’de de bir ayrılık süreci yaşadık. Devamında yeni bir ortaklık ve ayrılık da yaşandı. Bölünen aileler için aslen başarısız demek de doğru değil. İzmir’de aile şirketi istikrarını koruyan ve bu bakımdan takdir edip başarılı bulduğum isimler arasında İnci, Yaşar, Norm, CMS ve Uniteks’i sayabilirim.
Bunun nedeni nedir?
Profesyonelleşme, kurumsallaşma çok önemli bir hâl alıyor; ama ben buna da pek inanmıyorum. Çünkü, işin gereği bu. Artık para fonları bu konuda fazlaca aktif ve onlar da birbirlerine satarak para kazanıyorlar. Artık büyük şirketlerin çoğunda para fonlarının hâkimiyeti var diyebiliriz.
Pırlanta gibi iki kızınız var, şirketi çocuklarınıza devretme düşünceniz var mı?
Gençliğimde babam, benim döküm yöneticiliği okumamı istemişti. O zamanlarda bu bölüm Türkiye’de yoktu. Beni Almanya’da, profesör bir arkadaşının yanına gönderdi ve eskilerin “Eti senin, kemiği benim” tabiriyle, hiç bilmediğim bir yolculuğa sürüklemiş oldu. Bu alanla hiç alakam yoktu ve bana başka bir seçenek de sunulmamıştı. Çokça söylenerek ve de istemeyerek adım attım; fakat kendimi baba mesleğinin içinde bulunca bir de baktım ki yabancılarla oturup konuşmak, onların kültürlerini almak, değişik insanlar, firmalar, yönetimlerle tanışmak, karşılaşmak hoşuma gitmeye başlamış. Sektör içerisindeyken, dünyanın herhangi bir ülkesinde, otelinde, hatta uçakta bile farklı insanlarla iletişime geçmeye başlıyorsunuz. Şirketinizden, kendinizden bahsederken, söz mutlaka İzmir’e geliyor, Ege’yi, Türkiye’yi anlatırken buluveriyorsunuz kendinizi. Dolayısıyla ben meslektaşlarımı, işadamı kimliğinin yanında birer kültür elçisi olarak da görüyorum. Senenin 100-150 günü Türkiye dışındayım. Bu süreçte bir parçası olmaktan gurur duyduğum İzmirimin ve Ege’nin tanıtımını yapıyor olmak, beni manevi olarak inanılmaz tatmin ediyor. Hiç pişmanlık duymadığım bir hayat yaşadım. Ama, kızlarım için bu riski kesinlikle göze alamam. Bu sebeple, onları iş konusunda tamamen serbest bırakmayı tercih ediyorum.
u Bir dönem de Avrupa’nın en başarılı genç işadamı seçilmiştiniz. Biraz bundan bahsedebilir misiniz...
1999’da ‘WYBA/Dünya Genç Girişimci İşadamı’ alanında Türkiye’yi temsil ettim. Portekiz’de düzenlenen yarışmada da ‘Dünyanın En İyi Genç Yöneticisi’ ödülünü ülkeme kazandırdım. Hatta bir sene sonra jüriye davet edildim. 2000’de Orlando, Florida’ya gittik. Jüride toplam 5-6 kişiyiz. Finale kalan iki kişi var: Biri Hollanda’dan gelen bir göçmen, o zamanlar ilk defa duyduğum hallal food/helal yemek yapıyor. İkincisi ise Birleşik Krallık’tan katılan ve push up sutyen üreten tatlı bir bayan. Bir yanda helal yemek, diğer yanda sutyen ve tabii ki kızı birinci seçtik
‘Hobisi olmayan ölür’
Başarı nedir?
İstediğin zaman, istediğin yerde, istediğin durum içerisinde olabilme özgürlüğünü yakalayabilmektir. Ancak en önemli unsur, bu aşamada mutlu olabilmektir. Çünkü, mutsuzluğun olduğu bir yerde, başarıdan söz etmek imkânsızdır. Bulunduğunuz her ortamda mutluluğu aramanız gerek. Misal, şu an sizlerle buradayım ve bunun mutluluğunu yaşıyorum. Bu gülüşüme dahi yansıyor. İnsanların farkında olmadığı bir nokta; gülmenin maliyeti sıfırdır, ama getirisi çoktur. Tabii burada Amerikalıların meşhur plastik gülüşünden bahsetmiyorum, içten gülmeniz gerek. Başarıda bir diğer önemli faktör, hayatta tek bir konu üzerinde odaklanmamak, belli kaynaklardan beslenerek yaşama taze kan katabilmektir. Benim için bu kılcal damarlar da hobilerimdir. Hobisi olmayan insan, monotonluk girdabına kapılır ve yavaş yavaş ölür.
Hüseyin Özyavuz’un oğlu olmasaydınız ne iş yapmak isterdiniz?
Herhalde dünyada uluslararası 6 yıldızlı bir otel zincirinin CEO’su olmak isterdim.
‘Gevrek&-Ginger’ adlı harika bir web siteniz var. Bu siteyi kurmaktaki amacınız neydi?
Yakın çevremdekiler, özellikle yurt dışına çıkacağı zaman sık sık benden tavsiye ister. Ben de büyük bir keyifle bildiklerimi onlara aktarırım. Bir süre sonra hem ailem hem de dostlarım bunu başkalarıyla da paylaşmam gerektiği yönünde çok ısrarcı oldular. Ben de bundan 4 sene önce ‘Paylaşmak güzeldir!’ mottosunu benimseyip 40 küsur yıldır biriktirdiklerimi anlatmak için bir internet sayfası ve sosyal medya hesabı açmaya karar verdim. Ben yalnızca insanları farklı ülkelere, sofralara sürüklemek, restoran işletmecileri ve şeflerle fikir alışverişi yapmak, bilhassa yurt dışında çalışma imkânı bulamamış genç şef ve şef adaylarımıza dünyadan örnekler sunmak, gastronomi sektöründe gördüğüm yanlışları dile getirmek ve en önemlisi de son zamanlarda sosyal medyada fazlaca maruz kaldığımız ‘ticari gurmeler’in aksine, benim için ciddi bir hobi haline gelen bu alanda, kalemime sahip çıkarak, insanların güvenebileceği objektif bir rehber oluşturmayı amaçlıyorum.
Gevrek ile zencefil
İsme gelirsek, bu iki tadın yan yana ne alakası var?
‘Gevrek’ bir İzmirli olarak çok sevdiğim, keyifle tükettiğim ve her kesime hitap ettiğini düşündüğüm, çok değerli bir yiyeceğimiz. Zencefil, yani ‘ginger’ ise küçüklüğümden beri ailemin soframızdan tozunu da, tazesini de, turşusunu da eksik etmediği bir lezzet. Bir Uzak Doğu mutfağı âşığı olarak, onların dünyaya kazandırdığı en kıymetli şey olarak görüyorum. Yerli ve yabancı kültürleri sentezleyen bir gezgin olarak, benim için sembolik olan bu iki yiyeceği yan yana getirdim ve ‘Gevrek&Ginger’ doğdu.
Ya Sevinç Pastanesi...
Sevinç Pastanesi, İzmir’in en eskilerinden oluşuyla elbette farklı bir yerde. Bu şehrin markası olmayı başarmış, kıymetli isimlerden biri.