Yaklaşık beş ay önce, 21 Mart’ta, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Foreign Policy dergisinde, “Yeni Dönemde Sıfır Sorun” başlıklı önemli bir makale yayımlamıştı.
Bu makalesinde, Davutoğlu, özellikle de Arap Baharı temelinde değişen bölgesel ve küresel koşullar içinde, Türkiye dış politikasını değerlendiriyor ve “yapıcı, sorunların çözümüne katkı verici, barışçı ve çok-boyutlu” aktif dış politikanın “geçerli ve gerekli” olduğunu öneriyordu.
Arap Baharı, Tunus’la başlayan, Mısır’la devam eden, Libya’da sıkıntıya giren ve Suriye kriziyle tıkanan bir dönüşüm süreci.
Bu süreç, tüm sıkıntılara ve krizlere rağmen devam edecek. Bu, doğru.
Ama, bugün, Suriye krizinden sonra, askeri darbeyle büyük bir istikrarsızlığa savrulan Mısır’la kritik bir eşiğe gelmiş bir süreç de.
Arap Baharı nasıl hızla Tunus’tan Mısır’a şıçradıysa, bugün de Mısır’da yaşanan istikrarsızlık hızla Tunus’a şıçrayacak gözüküyor. Tunus’ta kriz olasılığı hızla artıyor.
Irak’ta iç savaş riski var.
Demokrasiye geçiş temelinde bir dönüşüm süreci olan Arap Baharı’nın kendisi büyük bir istikrarsızlığa ve belirsizliğe dönüşmüş durumda.
Tam da bu noktada, beş ay önce “aktif Türkiye dış politikası” için Davutoğlu’nun önerdiği “geçerlilik ve gereklilik” vurgusu çok önem kazanıyor.
Gerçekten, Arap Baharı sürecinin tekrardan esas rayına oturması için, Türkiye’nin aktif-yapıcı dış politikasına ve bölgedeki olumlu algısına ciddi gereksinim var.
Peki, gerekli olan aktif ve yapıcı Türkiye dış politikası hala geçerli mi?
İçine kapanan Türkiye
Bu noktada, ciddi ve de bence gereksiz, bir ikilemle karşılaşıyoruz.
Kendisine gerek duyulan Türkiye, son dönemde, hızla içine kapanan ve demokrasiden uzaklaşan bir ülke görüntüsü veriyor.
Uluslararası toplumla Başbakan Erdoğan arasında büyük bir “kavga, kopuş ve güvensizlik” ortaya çıktı.
Soğuk Savaş dönemindeki “Türkiye’nin kendisinden başka dostu yoktur” söylemine AK Parti hükümetiyle sanki geri dönülüyormuş gibi.
Başta Batı’dan olmak üzere, dünyadan uzaklaşan ve tepkici bir Türkiye algısı yaygınlaşıyor.
Daha da önemlisi, içine kapanan Türkiye, demokrasiden de hızla uzaklaşıyor.
İfade, toplanma ve basın özgürlüğü sorunlarının Türkiye’de ciddi boyutlara ulaştığı, yurtdışı basınında sürekli vurgulanıyor.
Nasıl vurgulanmasın ki?
Eğer, her gün işinden olan bir, bazen birden fazla gazeteci varsa ve bu gazetecilere yenilerinin de ekleneceği konuşuluyorsa; eğer, uzun tutukluluk süresi sorununu çözmesi gereken Türkiye’de, sopalarla çocukları öldürenler, palalarla kadınlara saldıranlar “tutuksuz yargılanmak” üzere serbest bırakılıyorlarsa ya da bulunamıyorlarsa; nasıl başka bir Türkiye algısı oluşabilir ki?
Türkiye zaten:
Özgürlükler Evi’nin Demokrasi sıralamasında, özellikle Özgürlükler ve Siyasal Haklar alanlarında, 7 üzerinden 3.5 puan alarak;
Economist dergisinin, Demokrasi endeksindeki 167 ülke içinde 89’uncu ve Dünya Adalet Projesi’nin, Hukuk Devleti endeksindeki Temel Hak ve Özgürlüklerin korunması alanındaki 97 ülke içinde 76’ncı ve Hükümetin sorumluluğunu yerine getirmesi alanındaki 86’ncı sırasıyla, “sınırlı ve otoriter eğilimler taşıyan demokrasi” olarak niteleniyordu.
Bugünse, işlerinden atılan ve atılma riskinde olan gazetecileriyle, uzun tutukluluk süresi sorunuyla, tutuklanması gerekenlerin serbest bırakılmasıyla, bu sıralamalarda çok daha altlara düşme riskinde.
Bu nedenle de, doğrudur; bölgesel ve küresel sorunların çözümü için bugün hala Türkiye’ye ciddi “gereklilik” var.
Ama içine kapanan ve demokrasiden uzaklaşan bir Türkiye’ye değil.
AK Parti hükümetinin, hızla, gazetecilerin işlerini güvence altına almaya, yapılmaya başlanan yargı reformunu yaşama geçirmeye, Çözüm Süreci’ne, Yeni Anayasa’ya ve AB sürecine dönmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, dışarıda aktif ve yapıcı, içeride de demokrasiye doğru hamleler atan ve dün gibi bugün de “geçerli ve gerekli” Türkiye tablosuna.