Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi alan “Anora”, bu hafta açıklanan 2025 yılı En İyi Film Oscar’ının da sahibi oldu. Filmin yönetmeni Sean Baker, En İyi Yönetmen Oscar’ını kazanırken, filmin başrol oyuncusu Mikey Madison da En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını evine götürdü. Film trajikomik hikâyesiyle, küçük kahkahalar ve derin hüzünler içinde geçiyor. New York’ta bir gece kulübünde erotik danslar yaparak geçimini sağlayan Anora ya da kullanmayı tercih ettiği ismiyle Ani, yemek arası verdiği sırada Rusça bildiği için bir oligarkın oğlu olan Vanya’nın masasına gönderiliyor. Öncesinde yaptığı erotik danslardan bir seçki izliyoruz. Yüzünde ‘giyinilmiş’ bir gülümseme, neon ışıklarıyla parlatılmış, yüksek volüm müzikli kulüpte, içkiyle kendinden geçmiş, kadın bedeni üzerinden heyecan arayan erkek kucaklarında dansını icra ediyor.
Vanya da onlardan biri. Genç, oyunlarla yaşayan, sonsuz haz peşinde 21 yaşında
Opera tarihinin ilahi sesi. La divina. Gelmiş geçmiş en etkileyici prima donna. Bella canto tekniğinin özgün zirvesi. Geniş ses aralığı, sesinin güzelliğine eklediği aktrist yeteneği, söylediği aryalarda her notaya göre değişen dramatik performansı ile Maria Callas.
1923 yılında Manhattan’da Yunan bir ailenin iki kızından biri olarak dünyaya geldi. New York’ta büyüdü. Henüz sekiz yaşındayken müthiş bir yetenek olduğu keşfedildi. Ailesinin boşanma sonrasında dağılmasının ardından, annesi ve kız kardeşiyle Atina’ya gitti. 13’ünde Atina Konservatuvarı’na girip dereceyle bitirdi. Ne var ki, hırslı annesinin kızı üzerinden hayatını şan ve şöhret temelli temize çekme çabası nedeniyle mutlu bir çocukluk geçiremedi. Oyun çocuğu dönemi, insan üstü çalışma pratikleriyle geçti. Annesi ona soluk aldırmıyordu. Müziğe olan sevgisi ve tutkusuyla kısa sürede parladı. New York’a geri dönüp 23 yaşındayken annesinin baskısından kaçmak, biraz da kendini o zorlu sanat dünyasında güvende
Ankara Ulus’ta zarif bir yapı. Batı ve Osmanlı mimarisi ile Art Nouveau ve Neo Rönesans akımlarının izlerini taşıyor. Cumhuriyet modernleşmesinin simge yapılarından biri aynı zamanda. Türkiye İş Bankası’nın üçüncü genel müdürlük binası olarak İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından 1929 yılında yapılmış. Yapı, 2019 yılında Türkiye İş Bankası İktisadi Bağımsızlık Müzesi’ne dönüştürüldü. Milli iktisat tarihi açısından büyük önem taşıyan İş Bankası’na ait birikim bu müzede sergileniyor.
Girişteki iç mekân 100 yıl önceki tasarımın aslına uygun şekilde yapılmış. Sanki banka çalışanları öğle izninde ve az sonra tüm şıklıklarıyla içeri girecek gibiler. Nasıl olmuşsa olmuş bir asır öncesine gitmiş gibiyim. Büyüleyici bir atmosfer. Çalışanların, bankanın ilk genel müdürü Celâl Bayar ile çektirdikleri fotoğrafta, gülümseyen kadın ve erkek bankacılar dikkat çekiyor.
Bu katta yer alan kalıcı sergide, İş Bankası’nın kuruluşu, ilk 10 yılında kazandığı
2018 yılında başlayan Mathrubhumi International Festival of Letters (MBIFL) 6-9 Şubat 2025 tarihleri arasında yapıldı. Hindistan’ın Kerela bölgesinin başkenti Trivandrum’da düzenlenen festival, Napier Müzesi’nin yanında bulunan Kanakakkunnu Sarayı’nda gerçekleşti. Doğan Kitap’tan çıkan ikinci romanım “Prens Prensesi Sevmedi”nin Malayalamca’ya çevrilmiş olması nedeniyle ben de festivale davet edildim. Kerala eyaleti başta olmak üzere Hindistan’da 35 milyondan fazla kişi bu dili konuşuyor. Malayam dilini konuşanlar edebiyatla yakından ilgili.
Kalem Ajans’ın kurucusu, Türk edebiyatına dünyayı gezdiren, ona dünya dillerinde büyük alanlar açan edebiyat ajanım Nermin Mollaoğlu’nun girişimiyle kitabımın bu dile çevrilmesi tarifi zor bir mutluluk deneyimi yaşattı bana. Bu noktada şunu eklemek isterim. Yabancı bir dile çevrilme süreci hayli zorlu. Beklemek, sabretmek, sizin için canla başla yılmadan çalışan bir edebiyat ajanıyla iş birliği yapmak gerekiyor. Bu yüzden ajansını kurduğundan bugüne 15 yılda 4 bine
İlk kitabından bu yana takip ediyorum Melisa Kesmez’i. Vaktiyle Füruzan’ın, Leyla Erbil’in, Tomris Uyar’ın yeni kitapları çıktığında duyduğum heyecanı yaşıyorum onun yeni bir kitabı yayımlandığında. Sevdiğim yazarların yeni kitapları da diyebilirdim. Özellikle üç isim saydım. Çünkü her üçünün de öykülerinden aldığım tat var Kesmez’in öykülerinde. Leyla Erbil’in yazarken çapa attığı insan ruhu denizinin kokusu, yazdıklarında... Her zaman bana derin bir arkadaşlık sunan Füruzan karakterleriyle uzaktan akraba kahramanları. Tomris Uyar’ın raks eden Türkçesi’ni çağrıştıran bir ses tonuna sahip dili. Ama üçünden de farklı, kendine has.
Bu defa İletişim Yayınları’ndan çıkan “Çiçeklenmeler” adlı romanıyla bana yine aynı heyecanı yaşattı. Üç kıymetli yazarından bir daha yeni bir kitap okuyamayacak öksüz bir okur için büyük bir hediye bu. Yeni kitabında bu defa Türkan’la tanıştırıyor bizi Melisa Kesmez. Türkan
Yapsam mı yapmasam mı? Söylesem mi söylemesem mi? Gitsem mi gitmesem mi? Günlük hayatta ne çok tereddüt ânımız var değil mi? Sonucundan çekindiğimiz için bir türlü alamadığımız kararlar. İnsanın içini sıkan, kaygı veren, zaman zaman kilitlenip kalmamıza neden olan. İçlerinde açık ara en ağırı, bilinci yerinde olmayan bir yakınımızın hayatı ve ölümü üzerine karar vermek olmalı. Organ bağışı için, beyin ölümü gerçekleşmiş, bir süre sonra da kalbi durup ölecek birinin fişini çekmeli mi çekmemeli mi?
Selman Nacar’ın yazıp yönettiği, geçtiğimiz yıl 43. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu (Tülin Özen) ödüllerini kazanan “Tereddüt Çizgisi”nin temel sorusu bu. Sorunun sahibi Canan. Bir ceza avukatı. Annesinin hastalığı nedeniyle İstanbul’dan Uşak’a gelmiş. Geceleri, hastanede, beyin ölümü gerçekleşmiş, solunum cihazına bağlı olarak yaşatılan annesinin yanında kalıyor. Kocaman bir bavulda
Sahnede bir kadın ve bir erkek. Sessiz, keskin bir hüzün aralarında. Nikah şahitliklerini de yapan çok sevdikleri İskender Abi’lerini kaybetmişler çünkü. Üstelik cenazeyi kaldırma görevi de onlarda. Dahası iki gün sonra boşanma davaları var. Ama söz vermişler İskender Abi’lerine, onu en güzel şekilde yolcu edecek, herkes gittikten sonra yazıp onlara bıraktığı mektubu mezarın başında okuyacaklar.
Cenaze evindeler. Balkonda sohbet etmeye başlıyorlar. Kadın “başın sağ olsun” ifadesinden hoşlanmadığını söylüyor. “Ölen öldü, senin başına kötü bir şey gelmesin” gibi algıladığını ve bundan rahatsızlık duyduğunu. Peki acaba bu anlama mı geliyor başın sağ olsun? Erkek hemen Google’a soruyor ve gerçek anlamı ortaya çıkıyor. “Başan sağalsın”dan türetildiği ve “Yaran iyileşsin” demek olduğu. Hemen ardından kadın erkeğin bu bilgiyi çok eskiden beri biliyormuşçasına ‘ortamlarda satacağı’nı söylüyor. Bir anda az önceki sessiz hüzne, gerisinde dopdolu bir bagaj olan karı koca
Yıl 1951. Kıbrıslı bir ailenin babası, eşine ve çocuklarına rahat bir hayat yaşatabilmek için Londra’ya çalışmaya gider. İki yıl sonra eşi, üç çocuğunu da yanına alıp yola çıkar. En küçük çocuğu Erbil Arkın henüz üç yaşında bile değildir. Okul vakti geldiğinde eğitimine burslu olarak devam eder. Daha 1. sınıftayken öğretmenleri resime ve çizime ilgisini fark ederler. Aile ile iş birliği yapıp ona özel resim dersi aldırırlar.
Erbil Arkın, 16 yaşına geldiğinde Londra’daki Tate Galeri’de Rodin’in anıtsal boyuttaki “The Kiss” heykeliyle karşılaşır. Heykelin görkemi, sanatçının ustalığı karşısında büyülenir âdeta. Tate’ten çıkar çıkmaz soluğu kütüphanede alır. Rodin ile ilgili ne bulduysa okur, günlerce, haftalarca… Büyük bir tutkunun ilk kıvılcımı düşmüştür kalbine. Bir gün bir Rodin heykeli alabileceği geçmez aklından. Ama hayalini kurar mı? Kurar.
Rodin’in etkisi, kendi sanatsal yetenekleriyle birleşince De Montfort