Düşünenlerin Düşüncesi

Düşünenlerin Düşüncesi

dusunce@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Bülent AKARCALI - Turizm ve Sağlık eski bakanı Devlet olmak gerçekten zordur; en azından köklü bir tarih, asırların getirdiği bilgi, beceri ve deneyime dayalı bir yönetim ve idari yapı ile bu şuura sahip bir millet gerektirir. Hele ciddi devlet olabilmek daha da zordur.

Yunanistan, bir yandan bu zorluğu hala aşamamış ham bir devletçik öte yandan bağnaz, Türk düşmanı bir kilisenin tamamen esiri olmuş cüce bir toplum olarak varlığını sürdürmektedir.

Daha birkaç ay önce ABD’den gelen kullanılmış askeri yardımı beğenmeyen bu ülkeye, bir ABD generali hak ettiği cevabı vermişti “dilencinin beğenip beğenmeme hakkı yoktur” diye.

Haberin Devamı

Bu devletten ziyade devletçik olan yapının sivil ve askeri yöneticileri, siyasetçileri yıllar önce 19 Mayıs’ı Pontus Soykırımı ilan etmişlerdi. 15 Mayıs 1919’da İzmir’i önce işgal sonra yağmalayıp daha sonra da Ankara-Polatlı yakınlarına kadar, onlarca şehir, yüzlerce kasabayı ve binlerce köyü yakıp yıkan ve sonunda denize dökülürken İzmir’i yakan sanki bunlar değildi!

Uşak’ta büyük amcamın kurduğu medreseyi yıkan, İzmir’de dedemin mağazasını yağmalayan, Akarcalı Camii’ni de yakmaya çalışanlar bunlardı!

Asgari mantık ve izan sahibi biri dahi, işlenen bunca suçun yanında aynı yıllarda Karadeniz bölgesinde Rum çetelerinin terör estirip katliamlar yaptığını da bilince, böylesine aptal ve zırva bir ithamda bulunmaya kalkışmaz.

Ama Yunanlı kalkışır. Bizzat yaşadım.

Eylül 1963 bir cuma günü öğleden sonra Brüksel Üniversitesi Ekonomi Fakültesi’ne yazıldım ve üniversite yerleşkesi içerisinde bulunan yurda yerleştim. Yorgundum yanımda getirdiğim birkaç şeyi yiyip yattım. Ertesi sabah yurdun altında bulunan kahvaltı salonunda güzel bir kahvaltı yaptım ve daha sonra yıllar boyu ana içeceğim olan ücretsiz sütten bol bol içtim. Salondan çıkınca karşıda bir salon daha olduğunu fark ettim. Yaklaşınca kapıda bir bez üzerine Helenli (*) Öğrenciler “Kıbrıs’ta Türk Mezalim Sergisi” yazısını hayretle okudum.

Sene 1964, bir yıl önce, Hazreti İsa’nın doğumunu müjdeleyen ve Hıristiyanlığın en kutsal gecesi 1963 Noel’inde hem Devlet Başkanı hem de Kıbrıs Ortodoks Kilisesi Başkanı olan sözde din adamı Makarios’un planıyla, Türk köylerini basıp yüzlerce cinayet yanında suçların en kahpesini işleyip bir anneyi üç çocuğuyla birlikte sığındıkları banyo küveti içinde katletmişlerdi. Acılı eş ve baba Tabip Binbaşı Nihat İlhan idi. Yıllar sonra 1987’de Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olduğumda kendisini Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü unvanıyla tanıdım. Kendini, öksüz ve yetim çocuklara adamanın getirdiği tüm şefkat duygusuna rağmen aradan geçen 24 yıl yaşanan acının izlerini yüzünden silememişti.

Haberin Devamı

Sabah ve de cumartesi olduğu için, sonradan Yunanlı olduklarını öğrendiğim birkaç öğrenci dışında kimse yoktu. Kendi kendime “Biz Kıbrıs’ta ne mezalimi yapmışız? Acaba yaptık da kamuoyundan mı saklandı?” gibi sorular sorup dolaşırken birden zınk diye durdum. Karşımda bir küvet içerisinde kurşunlanmış üç çocuğunu kucaklamış annenin büyütülmüş fotoğrafı vardı. Altında “Türkler ne çocuklara ne de annelere acımadılar” yazıyordu!

Haberin Devamı

Kimseyle konuşmadan dışarı çıktım ve bütün Cumartesi, Pazar ne yapacağımı düşünerek geçirdim. Sonunda işe yarayacağına inandığım bir yaklaşımla Rektöre gittim ve sekreterine kendisiyle önemli bir konuyu görüşmek istediğimi belirttim.

Konuyu sorunca:

“Ben Türkiye’de Fransız Saint-Joseph Koleji’nde okudum ve bize tarih dersinde 2. Dünya Savaşı’nda Almanların Yahudilere katliam yaptıklarını öğrettiler. Oysa burada öğrenci yurdunun alt katında düzenlene sergide tersini iddia eden fotoğraf sergisi var. Yani esas Yahudiler Almanları katletmiş” deyince yüzü allak bullak oldu ve “Ama bu imkânsız” deyip rektörün odasına daldı. 30 saniye geçmedi rektör hızla dışarıya çıktı ve “nedir bu saçmalık genç adam” dedi. Sakince “efendim haddimi aştım ama böyle bir benzetme yapmadan size durumu anlatamazdım. Üniversitede muhakkak Türkiye ile ilgilenen bir akademisyen vardır. Gidip görsün, ben yalan söylemişsem kaydımı silin” dedim.

Gerçekten de varmış ve telefon etti. Gelenin daha sonra Türk edebiyat ve tarih dersleri veren bir doktora öğrencisi olduğunu öğrendim. Robert Anciaux adındaki bu kişiyle sergi salonuna gittik o da gördüklerine inanamadı. Rektöre yazılı bir rapor verdi, sergi iptal edildi, Helenli Öğrenci Derneği’ne bir yıl süreyle her tür etkinlik yasağı cezası getirildi.

İyi bir eskrim ustası olan Robert ile uzun süreli yakın bir dostluk kurduk.

Bu hatıramı “Bakın, ben neler yaptım” demek için yazmadım. Daha üniversite çağında, 18-20 yaşından itibaren kendilerini her koşulda haklı görmeyle şartlanmış bir zihniyetin, Türkiye söz konusu olunca bir türlü olgunlaşamadığını ve olgunlaşamayacağını anlatmak için yazdım.

Erzurum’da düzenlenen, 2010 Uluslararası Üniversiteler arası Kış Olimpiyatları açılış töreninde Cemal Gürsel Stadı’nı dolduran 10 bin kadar izleyici Başbakan Erdoğan ve davetli Yorgo Papandreu için “Erzurum seninle gurur duyuyor” diye slogan attı.

Daha önce Bülent Ecevit, Turgut Özal, İsmail Cem, Süleyman Demirel, Hikmet Çetin, Mesut Yılmaz ve daha birçok isim Yunanistan’a hep el uzattı ama karşılığı hüsran hatta kabalık ve küstahlık oldu.

Yunanistan ile akıl, mantık, hak, hukuk, hakkaniyet esas alınarak (ve aklınıza gelecek tüm müspet sıfatları da bunlara ekleyin) anlaşmanın, kalıcı bir dostluk oluşturmanın mümkün olmadığını maalesef çok sayıda bizzat yaşadığım olaylarla şahit oldum.

Türkiye söz konusu olunca her türlü iftira, yalan, dolan, kötülemeyi mubah sayıyorlar. Avrupa Parlamentosu dahi, Türk düşmanlığını en ağır küfürlerle dile getiren Yunanlı Milletvekillerine tahammül edemediği için, örnek olsun diye Yannis Lagos adlı bir Yunan milletvekilini Avrupa Parlamentosu’ndan geçenlerde ihraç etti. Daha sonra bu şahıs tutuklanarak Yunanistan’a iade edildi.

2.Dünya Savaşı esnasında 110.000 Selanikli eski Osmanlı Yahudi’sini Almanlara teslim eden Yunanlılar, Wikipedia’da utanmadan “Huzur içinde yaşayan Yahudiler” diye söz edecek kadar temel tarihi gerçekleri saptırabilirler. Hatta Alman aşısının bir Türk çifti tarafından geliştirilmiş olmasını hazım edemedikleri için, bu, güya huzur içinde yaşamış, Yahudilerden birinin ABD’ye gidip, aşının müştereken üretildiği Pfizer şirketini kurduğu hikayesini yayarak, kendilerine hak etmedikleri bir pay çıkarmaktan ve Türk karı-kocanın hakkını çalmaya kalkmaktan utanmazlar.

Bu sapıklığın ne eğitimle ne yaşla ne de bulunan mevki ile değişmesi maalesef şu an için mümkün değildir.

(*) bir süre önce Murat Bardakçı da yazmıştı. O yıllarda herhangi bir Avrupa sözlüğüne baktığımızda Grek yani Yunanlı kelimesi karşılığı için “Yunan vatandaşı” yazdıktan sonra, halk arasında “güvenilmez, hırsız, düzenbaz” anlamında kullanılır yazılırdı. Dolayısıyla, daha geniş bir anlam taşıyan Helen sıfatını kullanmayı tercih ederlerdi.  Yunanistan uzun yıllar bu sıfatları sözlüklerden sildirmek için uğraştılar.