Abdi İpekçi gazeteci idi.
“Aferin bilinmeyen bir şey söyledin”, demeyin.
Etrafınıza bakın her “gazeteciyim” diyen gazeteci mi?
Hayır.
O ise gazeteciydi.
Hem iyi bir yazar, çizer, hem de iyi idare edebilen bir gazeteci.
İki özelliği de bünyesinde toplamıştı.
Yani mükemmel bir gazeteci. Yurtiçinde olduğu gibi yurtdışında da bilinen bir gazeteci.
***
“Milliyet’in bir adım önünde gideni oydu.
Yani Abdi Bey, Milliyet demekti.
Milliyet’in yazılı kuralları yani anayasası o zamanlarda ele alınmıştı.
Abdi Bey’in yazılı olmayan gazetecilik kuralları da vardı. Onlara da uyulurdu.
Mesela, “ihtiyar adam” veya ihtiyar yaşlı kadın” denmez yaşı verilirdi.
Mesela itham eden varsa itham edilene de mutlaka söz hakkı verilirdi, verilmeliydi.
***
Onun gazetesi Milliyet referans gazetesi de olmuştu.
Sonra herkes, “Milliyet yazdıysa doğrudur”u ezbere bilirdi.
“Haber neredeyse Milliyet oradadır” artık bilinen bir deyimdi.
Milliyet’te çalışan gazeteciler yalnız haber vermez, haber de yaratırdı.
Bunları onlara öğreten Abdi İpekçi olmuştu.
Ama eğer Abdi Bey hayatta olsaydı, o gün yaptığı Milliyet’i beğenmez, bugün daha güzelini yapardı.
***
O hem de bir “gazetecilik” hocasıydı, öğretmeniydi.
Beni Milliyet’e 1964’te getiren Abdi Bey’di.
Şaka değil, 52 yıl geçmiş. Hâlâ ilk günkü gibi Milliyet’teyim.
Yani “Ben Milliyet’im” demekte de haklıyım. Ve işte bu yolu da bana Abdi Bey açtı. Ve her kademede çalışmama meydan vermiş oldu. Hem de ara vermeden, her gün Milliyet’te olarak.
***
Tarih, 1 Şubat 1979. Akşam. Gazeteden eve dönmüştüm.
Telefon çaldı.
Kaldırdım, kulağıma götürdüm.
Gece çalışan Eren Güvener’in ağlamaklı sesi.
“Abdi Bey’i kaybettik”...
Telefon elimden düştü... Duvara zor tutundum...
Sonrası malum...
Abdi Bey, Nişantaşı’nda, evine az kala, otomobilinin içinde öldürülmüştü.
***
Telefon çaldı.
Açtım.
“Ankara’da ben şunun sekreteriyim” diyen bir hanım arkadaş.
Ve konuştu.
Ben şu savcının akrabasıyım. Abdi Bey’in katili yakalandı.
Adı, Mehmet Ali Ağca.
Allah’a şükür, hiç olmazsa katil bulunmuştu.
***
Katil hapishaneden kaçtı.
Biz birkaç gün sonra Milliyet yazı işleri masası etrafında toplanmış, radyonun öğle haberlerini bekliyoruz.
Telefon çaldı.
En gencimiz, Mehmet kaldırdı ve sapsarı oldu.
“Ne var” dedik.
Anlattı.
***
Telefondaki ses “Ağca’yım” demiş. Sizin gazetenin yanındaki Bilge Eczanesi’nin önündeki çöp tenekesine sizin için bir mektup bıraktım alın, okuyun.
Koşuldu. Bu çöp tenekesi bulundu. Altüst edildi. Mektup yok. Tam masaya hayal kırıklığı ile oturulmuşken bir telefon daha.
Yine Mehmet baktı.
Ve anlaşıldı ki Mehmet heyecandan posta kutusunu çöp kutusu anlamış. Tekrar koşuldu ve Bilge Eczanesi yanındaki posta kutusu altüst edilip Ağca’nın Milliyet’e mektubu bulundu.
“Roma’da Papa’yı vuracağım”.
Birkaç gün sonra Papa Abdi Bey’in katili Ağca tarafından vuruldu, yaralandı...
***
Sonrası malum. Şimdi, 37 yıldır merak edilen konu şu.
Acaba Ağca’nın arkasında kim veya kimler vardı.