Yer, Bodrum-Milas Yolu. Milas’a yaklaşık 20 kilometre öncesi... Trafik memuruyla diyalog:
- Gidemezsiniz yol kapalı. İki saat bekleyeceksiniz!
- Beyefendi nasıl olur, 2.5 saat sonra canlı yayın çekimim var benim. Zaten buradan sonra bir saatten fazla gitmem gerekiyor. Açın yolu, ben geçeceğim.
- 6 bin tonluk dinamit patlatılıyor. Nasıl geçeceksiniz?
- Turizm sezonunun göbeğinde, gündüz saat 16’da hangi akla hizmetle yolu kapatıyorsunuz, sabaha karşı neden yapmıyorsunuz bu işi?
- Biz gazetelere haber verdik duymadınız mı?
- Kardeşim ben gazeteciyim. Tüm gazeteleri didik didik okurum.
- Bodrum gazetelerinde vardı.
- Ya Bodrum’a gidemedik ki, öğrenelim. Peki burada ambulans olsa geçemeyecek mi?
- Hayır geçemez. Dinamit patlatılıyor diyorum.
- Hasta ölsün yani.
- Abartmayın hanımefendi. İki saatten birşey olmaz...
Hastayı bırakın, sağlamı bile, yani beni öldürüyordu bu anlayış.
Yandaki köylülerin verdiği tiyolarla 55 kilometre geriye Didim-Akbük ayrımından, dağlardan tepelerden geçip Bodrum Gümüşlük’teki çekimlere 10 dakika kala yetişirken, kalp damarlarım dans eder haldeydi.
Kutsal devletimiz, kuluna beklemesini buyurmuştu.
En azından trafik polisinin tavrı böyleydi. Kendi doğrularını emredici bir uslupla aktarıyordu. Gayet sert, talimatlar yağdırıyordu. Diyelim ki, buraya kadar olan kısmı, başkalarının ezalarından kaynaklanıyordu.
Trafik ekibi, olarak 55 kilometre öncesinde yolu kesip, araçları Didim yoluna döndürmeyi bile akıl edememenin ezikliğinin zerresi yoktu üzerinde.
* * *
Televizyon programının başlarında bol su içerek, soluk soluğa sordum soruları. Neyse ki konuklar sakindi.
Sonra, her şey eskiye döndü.
Demirci Efe, şöyle demiş:
“Devlet ya ilimle, ya zulümle idare edilir. Bende ilim olmadığına göre zulumle idare ederim.”
Yüzyıl geçmiş, nafile! Döngü, gelip hala Demirci Efe’ye dayanıyor.
Çoğu zaman vatandaş adam yerine konulmuyor, onun acısını, sıkıntısını düşünmek gibi bir kaygı, çözüm bulmak gibi bir arayış yok.
Geçmişte birçok yanlış örnek vardı, bunlar ne ki!
Ben su içtim, sakinleştim ama bugün yaşadığımız birçok sıkıntıyla, kanla, canla ödenen ağır bedellerde bu yanlışlıkların payı olduğunu düşündükçe ve ilim bu kadar geliştikçe, hala asıl o “iki saatlik emri duymak” ağır geliyor.
İŞ DÜNYASI YILGIN
NET hatırlıyorum, 2007 Temmuz genel seçimler öncesiydi.
Kuşaklar boyu, muhalefetteki partinin simgelerinden olmuş bir ailenin, iş dünyasında adını sık duyuran oğlu ile yaptığımız sohbette, oyunu iktidar partisine vereceğini söylemişti.
2002-2007 sıcak parayla hızla büyüme sürecinden yararlanmış, halinden pek mutlu görünüyordu.
Son iki yıl uğurlu gelmedi.Ancak o süreçte, bu kadar mutlu görünen yalnızca o değildi. İş dünyası, iktidarın AB başta olmak üzere birçok politikasını destekliyordu. Üretimle kaybedilenler, ithalat ve hizmet sektöründeki gelişimlerle dengeleniyor, kar haneleri artı yazıyordu.
Bugün ise ekonomik sıkıntıları olsa da iş dünyası daha çok siyasi gelişmelerin tedirginliği içerisinde. Buna dair izlenimlerimi paylaşmayı düşünüyordum, gerek kalmadı. ESİAD Başkanı Sıtkı Şükürer, Merkez Bankası eski Başkanı Süreyya Serdengeçti’yi ağırladıklarında öyle bir giriş konuşması yaptı ki, tüm panaroma orada!
Dil üstadı ve kelimeşinas Şükürer, iş dünyasının tedirginliğini içtenlikle yansıttı.
- Cumhuriyetin temel paradigmalarının her yönüyle sorgulandığı bir dönemin tanıklarıyız.“Tanıklarıyız” sözünü bilerek kullanıyorum. Zira, katılımcı tutumlara pek itibar edilmediğini ifade etmek durumundayız.
- Açıkçası siyasi arenada müthiş sprintlerin ve ani frenlerin etkisi altında hem şaşırıyor, hem takip etmekte zorlanıyor hem de yoruluyoruz. Ehem-mühim konusunda kafalarımız karışıyor, gerçek sorunları teşhis edemiyoruz. Empoze edilen doğruların değişkenliği, ilkesel tutumlar almamızı zorlaştırıyor.
- Laik kitle, laiklik konforunu yeter şart görüp, ötesini vesayetçi bir tutumla, askeri ve sivil bürokrasiye terk etmişti. İşte bu noktada, var olanla yetinen kitle şimdi, sistemden yeterince pay alamamışların tazyiki ile karşı karşıya kalıyor.
- İthal ikameci politikalarla zenginleşmiş Cumhuriyet burjuvazisi de bu değişim talebine hep ihtiyatlı baktı, kendi çerçevesini tehdit edebilecek gelişmelerin sürekli askeri ihtilallerle kesintiye uğramasını timsahın gözyaşları duyarlılığı ile izledi. Hal böyle olunca, referandumun 12 Eylül maddesini muhafazakar kitlenin gündeme getirmesini garipsememek gerekiyor.
- Giderek batı kentlerine yayıldığı izlenimi veren kutuplaşmalar, sürecin çok daha kötüye gidebileceği endişesini doğuruyor. Terör ortamının yarattığı otorite boşluğu, haksız kazanç sağlayan bir zümre ortaya çıkarıyor. Mesele sadece kriminal ticaret değil, yanı sıra belgesiz ticaretten, konutların ödenmeyen elektrik faturalarına kadar devleti yok varsayan kurnaz alışkanlıklar artıyor.
- Türkiye siyasetinde yeni bir şeyler söylemek lazım. Neticede, ortaya hemen herkesin teşhis edebileceği bir samimiyetsizlik, bir eksik demokrasi, bir kuralsız zenginleşme iştahı, bir pozisyon kapma ve koruma telaşı ve sorunları masa altına süpürme anlayışı çıkıyor.
- Referandum meselesine bu gözlükle bakıldığında, “al birini vur ötekine” duygusu yaşanıyor. Daha az kötüyü seçmek, demokrasi diye addediliyor.
- Bu ülkenin en entelektüel aydınları Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yapıları ile ilgili değişikliklerde çekinceler ileri sürüyor. Yargı reformuna kim karşı çıkar? Ancak, yöntem böyle mi olmalıydı? Şüphe uyandıran husus, üyeleri atayan iradeden daha ziyade, atananların ne ölçüde bağımsız, adil ve tarafsız olacağıdır.
- Muhalefetten iktidara kendi iç işleyişlerinde demokrasinin esamesinin okunmadığı siyasi tutumlar, demokrasi şampiyonluğu yapmaya kalktıklarında, söylenenlere itibar etmekte zorlanıyoruz. İçinde yaşadığımız süreçler, adı konsun ya da konmasın, hemen her konuda gizli-açık bir kamplaşmanın izlerini taşıyor.
Evet, işadamı da genel olarak ürkek bir tutum içerisinde. Bu durum; kendini geçmişin mazlumu gören, hisseden, haklılığı yer yer teslim edilen insanların iktidarının özlemi de olamaz, olmamalı...