BU yıl Çeşme turizminin kazançlarından biri de, geçmişi 1528’de Kanuni Sultan Süleyman dönemine uzanan Kervansaray’ın otel olarak yeniden canlandırılması oldu.
Tabii canlandırma kelimesi, kervansaray için yetersiz kalır.
Sefahat dönemindeki görkemine kavuşan Kervansaray, padişah odası, vezir salonları, saray hamamı ile uçmuş görünüyor.
Bu tarihi yapıyı uçuran ise turizm sektöründe deneyimli ve hatta alışıldık üzere İstanbullu bir işadamı değil.
Hatta turizm sektöründe hiç deneyimi yok.
Diyarbakırlı Baturay Akdemir turizmci olmamasına rağmen Çeşme’de küçük bir saray yarattı.
Baturay Bey bir turizmciye de benzemiyor zaten. Bizzat Kervansaray’ın onarımında da çalışan bir emekçi gibi.
Yanılmamışız...
Evet restorasyonlarda taş taşıyan da, buraya görkemli bir tasarım kazandıran da kendisi. Herşeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüş. “İç mimarın işine o kadar çok karışıyordum ki, en sonunda kimseyi üzmeyim diyerek dekorasyonu kendim yaptım” diyor.
Binayı geçen yıl Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden yap-işlet-devret olarak 14 yıl için almışlar. Baturay Bey ve oğlu Mert, bugüne kadar yaptıkları yatırımın 4 milyon TL’ye yaklaştığını söylüyorlar.
Padişah dairesi ile birlikte otelde 29 özenle hazırlanmış oda yer alıyor. Tabii otelin biraz şaşa, görkem sevenlere daha cazip geleceğini söylemek de mümkün. Tabii kendilerini sarayda kalıyormuş gibi hissettmek özellikle yabancı turistlere etkileyici olacaktır.
“Restorasyon işine başladıktan sonra başka iş yapamaz oldum” diyen Baturay Bey’in verdiği bilgiye göre Türkiye’de bu tür kültürel yapıların restorasyon işini alabilecek tescile sahip yaklaşık 15 firma var.
Onlar şimdi inşaat işini bırakıp, eski yapıları yeniden kazandıran restorasyon projelerini Bakanlığa sunar hale gelmişler.
Restorasyon konusuna o kadar odaklanmışlar ki; Baturay Bey hedefi de yükseltmiş, “Gözüm bir gün Selimiye Camii’nin restorasyonunu yapmakta” diyor.
Kervansaray dikkat çekici ve güzel. Ancak Baturay Bey’in yaşam öyküsü de Kervansaray kadar ilgi çekici.
SİYASET, İSTANBUL’U UNUTSUN, DİYARBAKIR’A BAKSIN. TERÖR ÇÖZÜLÜR
DİYARBAKIR’DA doğup büyüdü, yaşamının önemli kısmı ülkenin doğusunda geçti, şimdi batının en ucuna, turizm tecrübesi yokken turizm tesisi yaptı. Rüzgar onları buralara nasıl sürükledi? Diyarbakır’da doğumuş büyümüş, bugün ekmeğini batıdan çıkarmaya çalışsa da özünde doğuyu çok iyi tanıyan Akdemir’in dikkat çekici tespitleri var:
Yaşamınızın ne kadarı Diyarbakır’da geçti?
Yirmibeş yaşına kadar orada yaşadım ve çalıştım ve hiç kopmadım. Babam o yörede madencilik yapıyordu. Çinko ve kurşun ocaklarımız vardı. Küçük yaşta babama yardım etmeye başladım. Her gün jandarma eşliğinde ocağımıza giderdik. Ancak her iki taraftan da baskı oluyordu üzerimize. En sonunda, “Bulunduğunuz toprakları boşaltın” emri geldi, madenciliği bıraktık.
Babamla Diyarbakır’da taahhüt işi yapmaya karar verdik. Altyapı, okul gibi işler yapmaya başladık ama madenciliği bırakmak babama ağır gelince bir süre sonra işlerin çoğunu yapmak bana düştü. Bu arada Diyarbakır modernleşmeye başladı. Ardından Körfez Savaşı sırasında Nato üstüne Pirinçlik Helikopter Pisti yaptık.
Restorasyon işi nasıl doğdu?
İnşaat-taahhüt işlerine devam ederken, 2002’den sonra karşımıza arka arkaya işler çıktı. Sinop Adliye Sarayı ve Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne restorasyon projeleri aldık. Böyle bir iş kolunu fark ettik ve ben bu işten keyif de aldığımı gördüm. Eski binaları onararak restore etmek, onları eski görkemiyle kullanılır hale getirmek manevi, farklı bir duygu yaratıyor. Daha sonra İzmir Tarihi Havagazı Fabrikası’nın restorasyonunu yaptık. Bu arada Vakıflar Genel Müdürlüğü, Çeşme Kervansaray’ı satışa çıkaracaktı fakat ihale yöntemini değiştirdiler. 14 yıllığına yap-işlet olarak satışa çıktılar. “‘Haydi bunda da bir hayır vardır” dedik. Bu sayede turizmci olduk.
Nasıl, Çeşme’de olmaktan mutlu musunuz?
Çeşme’den mutluyum ama Diyarbakır’ı doğduğum, büyüdüğüm toprakları düşününce maalesef çok mutlu değilim.
Gelinen boyut sizi daha tedirgin mi ediyor?
Artan terör içimizi yakıyor. Ama asıl yapılan yanlışlıklara tanık olunca bu yaşadıklarımız daha da üzücü oluyor.
Nedir yapılan yanlışlıklar?
Cumhuriyet kurulduğundan bu yana bazı sözlerin yerine getirilmemesinin sancılarını yaşıyoruz. İnanın, 1983’e kadar doğuda hiçbir sorun yoktu ama birikimler vardı. Geçmişte, asimilasyon politikalarına gidilmese bu konuları tartışmıyor olacaktık. Ama maalesef gidildi. Ben kendimi bildim bileli bu ülkede İngilizce, Fransızca konuşulur, okullarda eğitim verilirdi, Kürtçe yasaktı. Evinde Kürtçe kaset olan günlerce sorgulanıyordu. Yaşlı kadınlar, analarımız, bacılarımız Kürtçe konuştukları için sorgulanıyordu. Yanlışlar yanlışı getirdi.
Bu yanlışlıklar azaldı ancak terör yok olacağına azıyor...
Çünkü bu savaşın bitmesini istemeyenler de var. Sonuçta bu savaş için bugüne kadar 300 milyar doların üzerinde para harcanmış. Bu parayı kimler kazandıysa onlar bu savaşın bitmesinin önündeki engellerdir. n Peki biz “açılım süreciyle” oyalanıyor muyuz, asıl istenilen bağımsız Kürt devletinin varlığı mı?
Bence bağımsızlık istenmiyor, eğer istenseydi şimdiye kadar çoktan iç savaş çıkardı. Türkiye’de doğu kökenli çok işadamı var. Evliliklerde eşlerin biri Türk, biri Kürt kökenli. Bizler artık can, kan olmuşuz. Bunun farkında olan çok insan var.
Sizce çözüm nasıl sağlanabilir? Ekonomik teşvikler ne kadar etkili olur?
Her ailede olaylar olabilir, bazen çocuklardan biri evden ayrılmak isteyebilir. Ancak onu ikna etmek öncelikle ana bananın sorumluluğu. Çocuk rahatsa evden niye gitsin? Kuru teşviklerle bu sorunu çözemezsiniz. Bence kendini her iki tarafa da koyacaksın, problemi ancak öyle çözersin. Ama öyle göstermelik politikalarla değil, sağlam basacaksın.
Çözüm için iktidarın da muhalefetin de bir ayağı İstanbul’dan daha çok o topraklarda olacak. Başkentten ayrılan artık kendini boğazın manzarasının karşısında bulmayacak, doğuya gelecek. Soluğu hep doğuda alacaklar. İnanın terör sorunu böyle çok daha kısa zamanda çözülür.
UMUT İTHALATA DAYALI ÜRETİMDE
İNSAN, “Kabinede iyi ki Zafer Çağlayan gibi bakanlar var” diyor. Öyle yağcılıktan değil, bizzat bilerek ve hissederek geçiyor bu cümle içimizden. Ancak çabalarının ne kadar yeteceği belli değil. İktidarın birçok politikası şu anda Bakan’ın söyledikleriyle ters. Düşük kur sisteminden tutun, enerji ve artan girdi maliyetleriyle ihracatçı köşeye sıkışırken, kimin, hangi çabası tutar?
Geçtiğimiz gün, İzmir’deki oda ve kuruluşların temsilcileriyle buluşan Bakan’ın samimiyetinden kuşkum yok ama artacağını söylediği ihracat rakamından kuşkuluyum. Ama Bakan Çağlayan’ın satır aralarında değindiği bir konu var ki; çok önemli.
Çağlayan 70 ülkenin ithalat ve ihracatını masaya yatırarak, Türkiye’nin ihracat yapabileceği kalemleri belirleyen bir çalışma içerisinde. Çin’in yalnızca elektrik devreleri için bir yılda 122 milyar dolar ithalat yaptığını anlatan Bakan çözümün ithalata dayalı ihracat modelinde olduğunu görüyor. Ayrıca en çok ithalat yaptığımız 5 sektörü araştırdıklarını söyleyen Bakan, tüm teşvik sistemini değiştirerek, bu ithalat kalemlerinin üretilmesine yönelik bir teşvik politikası üzerinde durduğunu söylüyor.
Eğer Bakan Çağlayan aklındaki sistemi hayata geçirebilirse üstü kapalı bir “İthalata dayalı üretim politikasından” söz edebileceğiz ki, bence de doğrusu bu.
Yapabilir mi? Hiç kolay değil ama bazen vizyon çok şey değiştirebilir.
İşin pratiğinde olmak, resmi büyük görmenin ilk koşulu. Yine de dediğim gibi, işi hiç kolay değil.