Arap Baharı’nın simgesi Tahrir Meydanı, ‘devrim’den sonra ‘darbe’ye de sahne oldu.
Mübarek’i götüren, Mursi’yi getiren kalabalıklar, ‘özgürlük istiyoruz’ diye meydana çıkıp orduya selam durdular. Tanklara gül attılar. Seçimle gelen cumhurbaşkanının ‘darbeyle götürülmesi’ne seyirci kaldılar.
‘Namlunun ucundaki demokrasi’lerin yazgısıdır.
Rejimin sosyo kültürel, sınıfsal dayanakları, ideolojik korunakları tarihsel anlamda oluşmadığı için demokrasi sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Halk, - istemese de - Mısır’daki gibi devrime de darbeye de kolayca mobilize edilebiliyor.
İki sene önce ‘diktatör’ü yıkan milyonlar, Mursi’ye de aynı ‘son’u layık görebiliyorlar.
Gelinen süreçte kuşkusuz Müslüman Kardeşler’in yönetim başarısızlığı, yoksul ve işsiz kitlelelerin Mursi’den beklediklerini bulamayışları, seçimle gelen liderin otoriterleşmesi gibi faktörler, ABD’nin ve Batı’nın ‘Geliyorum’ diyen darbeye karşı sessizliği de etken. Hiç tartışmasız ‘demokratik’ olan Mısır’ın bu sorunlarla sandıkta hesaplaşması, ‘ordu’nun siyasete müdahaleden kaçınmasıydı. O nedenle darbeye ve darbeciliğe ‘ama’sız karşı çıkmak gerekiyor.
Milliyet olarak, Mısır’daki darbenin adını daha ilk gece koyarak, ‘hayır’ dedik.
Arap monarşilerinin - krallıklar - 1950-60’lı yıllarda BAAS’çılığa, oradan Mısır’da Sedat, Mübarek, Suriye’de Hafız Esad, Irak’da Saddam Hüseyin gibi ordu destekli diktatörlüklere sürüklenmesi Ortadoğu coğrafyası yabancı değil. Son olarak ABD’nin 2003’teki Irak işgali öncesinde ortaya atılan ‘Büyük Ortadoğu’ senaryoları siyasal İslam’a dayalı ‘demokrasi’lere yeşil ışık yakıyordu. Ancak okyanus ötesinde hazırlanan ‘masa başı’ tezleri tutmuyor.
İşte Irak, Saddam gitti ama beklenen ‘demokrasi’ gelmedi.
Ülke mezheplerle etnik kimlikler arasında bölündü.
Beşar Esad ‘iç savaş’a rağmen ayaktaysa mevcut dengeleri ‘Arap Baharı’ndan daha avantajlı gören uluslararası güç oyunlarının etkisi göz ardı edilemez.
Mısır’ı bundan böyle, ‘darbeyle demokrasi’ arasında gidip gelecek on yıllar, ‘ordu içi cuntalar’ ve hiç arzu edilmeyen siyasi bölünmeler ve ‘iç çatışmalar/savaşlar’ bekliyor.
Bu bölgede iki yüzyılı bulan küresel aktörlerin ‘böl/yönet’ oyunları ve petrole dayalı stratejileri ve elbette İsrail, Filistin faktörü Ortadoğu’ya huzur getrmeyecektir.
3 CESUR YÜREK
Taksim Gezi Parkı’nda olduğu gibi Milliyet Tahrir’de de atak, dinamik bir gazetecilik örneği verdi.
Darbenin ayak sesleri işitildiğinde Milliyet muhabirleri Bünyamin Aygün ve Burcu Karakaş, Kahire’ye gitmişlerdi.
Millyet, o gece Tahrir’in nabzını tutan manşetle çıktı:
‘Ne Mursi Ne Ordu’
Halk, ‘özgürlük’ istiyor ama darbeye ‘hayır’ diyordu.
Ertesi sabah Can Dündar’ı Tahrir’e gönderdik.
Can, Bodrum’daki tatilini keserek, Mısır’a gitti ve herhalde hayatında görmediği bir trajediye tanıklık etti. Askerin açtığı ateş sonucu bir gösterici gözleri önünde can vermişti. Onlarca ölüm haberi geliyordu.
‘Arap Baharı’na darbe’ vurulmuştu.
3 Temmuz darbesi’nde Millyet oradaydı!
Burcu Karakaş, kadın gazetecilerin taciz, tecavüz ve ölümcül şiddet riski altında görev yaptıkları Mısır’da 3 gün çalıştıktan sonra sağ salim döndü.
Ankara’da diplomasi muhabirliği kariyerinde sağlam adımlarla ilerleyen genç ve parlak muhabirimiz Burcu için Tahrir’de yaşadıkları meslek yaşamına şimdiden unutulmaz sayfalar eklemiş olmalı.
Foto muhabirimiz Bünyamin Aygün’ü anlatmaya ise gerek yok. Sanki doğuştan ‘savaş muhabiri’. Milliyet okurları Bünyamin’in fotoğraflarını Gazze’den, Halep’ten hatırlayacaklar. Tabii Gezi’den de!...Gezi’de onca gaz yedikten sonra Tahrir’de çalışmak daha mı kolay oluyor?!
Sevgili Can Dündar da, Taksim’den Tahrir’e giderek, Milliyet okurlarına en canlı izlenimlerini sunan tek yazarımızdı.
Can’ın yazılarından ‘satır arası’ imalar çıkaranlar salt insani ve siyasi açıdan değil ‘mesleki’ açıdan da ayıp ediyorlar.
Mısır darbesini 28 Şubat’a benzetenler, nasılsa 28 Şubat’ın askercil baskılarını çağrıştıran türden ‘ihbarnameler’ yazarak, haber peşinde koşan insanları hedef haline getirmeye çalışıyorlar. Sürekli ‘komplo’dan söz eden bu çevreler, nedense ‘komplo’yu açığa çıkarmak adına hiçbir şey yapmıyorlar. Masa başı yazılarıyla ve ekran ekran dolaşarak, kendilerinin bile inanmakta zorlandıkları ‘senaryolar’ı anlatmaya çalışıyorlar.
Batı medyasını ‘sessizlikle’ suçlayan meslektaşlarımızdan acaba kaçı Can Dündar, Burcu Karakaş, Bünyamin Aygün gibi Tahrir’e giderek Mursi taraftarları ve ordu birlikleri arasında ‘kelle koltukta’ haber yaptılar, fotoğraf çektiler, yazı yazdılar?
Uzaktan sallamak kolay!
Bu arkadaşlar bize, Milliyet onlarca muhabir ve yazarıyla üç hafta Gezi direnişini izlerken; ekranların karartıldığı, Halk TV dışında İstanbul’un orta yerindeki olayların CNN Internatonal, BBC’den alındığı, sadece Milliyet’in yayın yönetmeninden muhabirine Gezi’de, Kuğulu’da, Kordon’da olduğu günlerde ‘geziye çıkan’ meslek konformizminin keyfini süren gazetecilik anlayışını hatırlatıyor.
O gazetecilik artık öldü!
İYİ Kİ MİLLİYET VARGazetecilik yapacaksan, sokağa çıkacaksın.
Gerçeğin peşine düşeceksin.
Memurluğu bırakacaksın.
Ekranın, sosyal medyanın önünde gideceksin.
Onlardan almayacak, onlara haber üreteceksin.
Milliyet olarak biz bu çağın gerektirdiği hızda gazetecilik yapıyoruz.
Örnek mi?
3 Şubat tarihli manşetimizi oluşturan ‘İmralı tutanakları.’
Bu haber Kürt sorununun çözümünde tarihsel bir belgedir. Ve onu aşan bir bilgi henüz ortaya çıkmamıştır. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, İmralı ve Kandil’le yapılan müzakereleri Milliyet’ten öğrendiklerini söylemiş.
İyi ki Milliyet var!
Saygılarımla.