Türkiye ekonomisi, 2017 yılı sonu itibarıyla hem çok önemli bir dönüm noktasına hem de çok önemli bir fırsatın eşiğine geldi. 2017 yılı ve bu yıl sağlanan büyüme, ileride Türkiye iktisat tarihini yazacaklar için, bir çıkış yılı olarak anlatılacaktır. Bundan eminim. Çünkü bu yıl, belki de ilk defa banka sistemi, ihracatı, sanayiyi daha çok desteklemek, kaynaklarını tüketim yerine üretim alanına yönlendirmek için çaba harcadı ve yıl itibarıyla yüzde 22’yi geçen kredi genişlemesinde kurumsal ve ticari kredi oranları önemli bir paya sahip oldu.
Öte yandan, 2017 yılı, mali sistemin düzenlenmesi konusunda çok önemli çalışmaların yapıldığı, adımların atıldığı bir yıl oldu. Bu çalışmaların karşılığını bu yıl almaya başlayacağız. Banka ve finans sistemini ayakları üzerine oturtacak, sermaye piyasalarını, sanayiyi destekleyecek derinliğe ulaştıracak reformlar ve adımlar da 2017 yılının devamı olarak bu yıl gündeme gelecek.
Tabii ki 2017 yılında atılan en önemli adım Kredi Garanti Fonu (KGF) uygulaması oldu. Esasında bu uygulama, kendi çapı ve etki alanı dışında da yeni bir büyüme ve kalkınma hikâyesini ama en önemlisi umudunu yaygınlaştırdı ve devletten beklentileri yukarı çekti.
Tam şimdi, yani 2018 yılının ilk aylarında önümüze düşen, sanayi ve istihdam verileri bu umudun ve beklentinin sonucu olarak da elde edilmiş verilerdir. Dikkat ederseniz, sanayi ve ihracatla ilgili, işsizlik dahil, tüm veriler beklentilerin üzerinde geliyor. Örneğin, dün gelen Ekim 2017 istihdam verisi, beklentinin üzerinde -mevsimsellikten arındırılmış- bir istihdam artışını gösteriyor. Sanayi üretimi, kapasite kullanım oranları da işsizlikteki bu hızlı düşüşün sanayi odaklı olacağını bize gösteriyor. Dolayısıyla, 2017 yılının üçüncü çeyreğinden sonra dördüncü çeyrek büyümesi de ihracat ve sanayi odaklı bir büyümeyi destekleyen artışı bize gösterecek ve 2017 yılı büyümesinde Türkiye yüzde 7 seviyelerini yakalayacak.
Size bir soru...
Tam burada şu soruyu sormamız gerekiyor: 2017 yılının ilk çeyreğinde, hem enflasyonun hem de işsizliğin bir arada arttığı, bu çerçevede, durgunluk ve fiyat yükselişleri girdabında sürüklenen bir stagflasyon karanlığı ihtimalinden hızla çıkarak, bu parlak büyüme sonucunu nasıl elde ettik?
Bu stratejik, hatta bana göre, tarihi sorunun cevabı şu: Türkiye, tam bu zamanda, eski ezberleri tekrar etmekten vazgeçti ve kendi potansiyelini harekete geçirecek adımları atmaya başladı. Merkez Bankası, finansal istikrar dışında, istihdamı da gözeten çok yönlü bir patikaya geçti. Banka sisteminin kredi iştahını doğru bir şekilde yukarı çekecek düzenlemeler ve kredi garanti sistemlerinin adımı atıldı ve hızla uygulanmaya başladı. KGF, bu anlamda yalnızca Hazine kefaleti üzerine bina edilmiş bir destek değildi. Popülist, kriz tehlikesini geçici olarak, halının altına süpürme operasyonu hiç değildi. Tam aksine, KGF uygulamasına karşı çıkan ve iktisat “bilgilerini” ponzi finans kurumları pratiklerinden edinmiş, sözüm ona “liberal” çevreler, yıllardır krizleri geciktirmek için palyatif finans cambazlıklarını, kemer sıkma politikalarını bize reform diye sattılar. Ve bunların bu yanlışları, her zaman krizleri üstümüze katlayarak yıktı.
KGF ile bunların tüm ezberleri bozuldu. Banka sistemi, çok düşük bir Hazine kaldıraç oranı ile sanayiyi ve ihracatı, piyasa koşulları içinde, yoğun olarak destekledi. Çünkü bu, banka sisteminin de aktif yapısını ve sermaye yeterlilik oranlarını yukarı çekiyordu. “Yıllardır bankalar yüksek faizle Hazine kâğıdı alır ve riski atomize ederek, yüksek faizle tüketici finanse eder. Bu piyasanın kuralı o zaman kamunun finansmanı için de, finansal istikrar için de, hatta cari açık için de, faizleri yüksek tutalım, kredileri aşağıya doğru genişletmeyeyim, enflasyon olur” tezleri yerle bir oldu. Öte yandan, rahatı yerinde, kârları en tepede, kredileri istediğine veren, istemediğine vermeyen bazı bankalar da bu yeni adımlardan ve KGF den rahatsız oldu. Hemen “Biraz duralım, soluklanalım, nereye gidiyoruz?” demeye başladılar.
Hangi enflasyon?
KGF’nin enflasyon yarattığını yaymaya başladılar. Hatta şimdi bile bu uygulama 2017 enflasyonun nedeni biraz duralım diye en üst perdeden konuşuyorlar.
İşte size bu sayfadaki grafik bunların nasıl yalan söylediğini ortaya koyuyor.
Grafikte KGF’ye kadar ÜFE ve TÜFE enflasyon çıkışlarını görüyorsunuz. Türkiye’de enflasyonun katılığının en önemli göstergesi olan ÜFE’nin, sanayiyi desteklemeden önce nasıl yukarı tırmandığı ve şimdiki enflasyonun ana kaynağı olduğu öyle belli ki... Mart 2017’ye kadar ÜFE çok sert bir çıkış gösteriyor ve piyasa koşulları elverdiğince, yani üretici rekabet etmediği alanlarda, bu çıkışı TÜFE’ye yansıtıyor ve enflasyon Mart-2017 itibariyle yukarı sürüklenmeye başlıyor. Burada TCMB’nın da yapacağı bir şey yok. Bunların dediği gibi radikal faiz artırsa durum daha da vahim olacak; çünkü enflasyon arz tarafında ve daraltıcı önlemler ancak gelmekte olan resesyonu yukarı çeker.
Bu tablo karısında “bunların” dediklerinin tam tersini yaptık ve KGF’yi devreye sokarak hem reel sektörü hem de banka sistemini destekledik. Bundan sonra enflasyonun hızlı çıkışı durdu. Hem mali hem de emtia piyasaları ve para piyasası sakinleşti ve üretim potansiyelini ortaya çıkaran bir istikrar ve büyüme ekonomiye hakim oldu.
Esasında KGF’ye olan öfkeleri, bir yerde de, bu uygulamanın onların tüm uyduruk, sözüm ona “liberal” tezlerini yerle bir etmesindendir. Doğru bir kredi genişlemesinin ve piyasaya bu yolla para vermenin enflasyon yaratmayacağı, orta ve uzun vadede, tem aksine enflasyonu aşağıya çekeceğini göstermiş olduk. Öte yandan, bu tür desteklerin rekabeti ve ihracatı yukarı çektiği oranda, orta ve uzun vadede cari açığı iyileştireceğini de görmüş olduk. Dolayısıyla, bunların uyduruk iktisadını da yerle bir ettik, Türkiye’yi büyütürken...
Şu günlerde bu uyduruk iktisat söylemlerini bize yıllardır dayatan ABD’nin Türkiye’yi siyasi ve askeri kuşatma planlarının da yerle bir olduğunu görüyoruz. Tesadüf mü; değil tabii ki...