Hakkâri
Bir kent düşünün: Türkiye’nin en ucuna, en sarp dağların ardına, ıssızlığın ortasına kurulsun. Her yılın 4-5 ayı kar altında kalsın. Yıllardır iller sıralamasında, hemen her kategoride en sonda yer alsın.
“Türkiye’nin sürgün yeri” olarak anılsın.
Bir kent düşünün:
Sokaktaki her iki kişiden biri işsiz gezsin.
Yıllar yılı baskının, şiddetin en yoğununu yaşasın; evlatlarını dağa, karakola, hapse yollasın, toprağa gömsün.
Düğün alayı gibi
İşte o şehir, asırlık acılarından arınıyorcasına gülümsüyordu dün...
Bir düğün alayı gibi girdik şehre...
Son geldiğimde konvoyun başını, ağır silahlı bir askeri araç çekiyordu; bu kez konvoya öncülük eden, neşeli Kürtçe türküler çalan bir cipti.Eskiden Van-Hakkâri karayolunda araçlar bekletilip konvoy olur, yolda en az 10 kez durdurulur, kimlik kontrolleri, üst baş aramalarıyla yıldırılırdı.
Bugün kentin girişindeki köprüde kurulu Depin Kontrol Noktası hala etkin; hala kente giriş-çıkış, Fransa’dan Almanya’ya geçişten daha zor görünüyor. Ama kente girdiğinizde görüyorsunuz ki, Hakkâri her şeye rağmen geleceğe güvenle bakıyor.
Bereketli topraklar kana doymuş, çiçek açıyor. Kısa bir süre öncesine kadar korkunun kol gezdiği dağlarda koyun sürüleri, yılkı atları, göçer çadırları görülüyor.
Kontrol noktasındaki asker de, camideki imam da barış istiyor.
Hakkâri’nin belki de on yıllardır ilk kez yüzü gülüyor; yokluğa, yoksulluğa, dışlanmışlığa, geri kalmışlığa rağmen gülüyor.
1936’dan beri Belediye başkanı Fadıl Berirhanoğlu, Hakkâri’nin 1936’da il olduğunu söylüyor, “Ama hala 24 saat suyumuz akmıyor, hala şehrin yüzde 40’ında kanalizasyon bulunmuyor” diyor.
“PKK, devletin hizmet götürmesini engelliyor” diyenler için il olma yılını tekrar yazalım: 1936...
PKK, sebep mi sonuç mu acaba?
Herkes sicilli
Hoşap Kalesi’nin eteğindeki Çay Evi’nde bir kürsüde çay içip söyleştiğimiz genç, çevresindekileri gösterip “Burada hepimizin sicil dosyası kabarıktır. Kimimiz benzinden, kimimiz sigaradan, içkiden” diyor.
Yatırım, iş, eğitim yokluğunda kaçakçılık yegane geçim kapısı olmuş.
Bölgenin 22 ili, Türkiye’nin en geri kalmış kentleriyse, devlet, yıllar yılı bölgeyi ve halkı “tehlikeli” ilan etmiş, yatırımı esirgemişse, Hakkârili, oyunun yüzde 85’ini verdiği partiyi Meclis’e gönderememişse, o halkı devlete güvenmiyor diye suçlayabilir misiniz?
Hakkâri’de görev yapan ODTÜ’lü idealist bir profesörün sözleriyle “İstanbul’da herhangi bir semte yapılan yatırımla bir kentin kaderi değişebilecekken bu yapılmıyorsa, akademisyenler buraya görev yapmaya gelmiyorsa”, halkı eğitimsiz diye damgalayabilir misiniz? Yerel basından meslektaşlarımız baskılar, tutuklamalar, sansürlerle boğuşurken, merkez medyanın bölgeye gözünü kapatmasını, savaş kışkırtıcılığı yapmasını hazmedebilir misiniz?
Milliyet’in bütün toplantılarına ilin valileri katılırken, Hakkâri Valisi’nin böyle bir dertleşmeye katılmamasını, sorunlara kulak kabartmamasını yadırgamaz mısınız?
Kara kaplı defter
BDP Eşgenel Başkanı ve Hakkâri milletvekili Selahattin Demirtaş, Hakkârililerle buluşmada çözümü kısaca özetliyor:
“Devlet, burayı da halkını da ‘tehlikeli’ saydığı için büyümesini, gelişmesini istemedi. 1920’lerden beri sürgün, tehdit, işkence ile yönetti. Çözümün ilk koşulu şudur: Devletin bu zihniyeti, bu kara kaplı defter değişmelidir.”
Tedirgin zılgıtlar
Hakkâri’den çıkarken “Barış anaları”nın çadırına uğruyoruz. Gözü yaşlı bir ana, “İki oğlum şehit oldu, hâlâ barış diyorum” diye söze giriyor. Bir başkası, “Bir oğlum askerde, ikisi dağda... Herkes elini vicdanına koysun. Kimse barıştan kaçmasın” diye feryat ediyor.
Zılgıtlarda hem umut hem tedirginlik var.
En küçük silah sesi, onların evlatlarını ellerinden alabilir. Bunu önlemek, barışı sağlamak için canlarını vermeye hazırlar.
Bu tabloyu görünce, yangını başladığı yerden, buradan söndürmeye başlamak gerektiğini anlıyorsunuz. Hakkâri’de barışın Türkiye’de barış anlamına geleceğini de...
“Karşılığında ne vereceğiz” diye soranlara verilecek cevap basit:
Bölge halkının sesine kulak...
Barış çabasına omuz...
Kendi kaderini tayin hakkına destek...