Maçtan yarım saat öncesine kadar statta sanki sadece Türkler vardı.
Madrid
Deplasmanlara yabancı, hatta futbola uzak biri için Madrid’e çeyrek final izlemeye gitmek şaşırtıcı olduğu kadar heyecanlı bir deneyim...
Başta, taraftarla yolculuk etmek...
Maç öncesi İspanya’ya peş peşe havalanan 7 uçak, sanki 7 tribün taşıyordu içinde; her birinin yolcuları, havada hayali bir stadı doldurmuşçasına şen şakrak şarkılar söyleyerek uçuyordu.
Kabinde alkolün dozu arttıkça tezahüratın hazzı da yükseldi.
Uçaklar dolusu adam, ciddiyet gerektiren işlerini o günlük gömmüş, hayli geride kalmış çocukluklarına dönmüş, üstlerinde formalar, dillerinde marşlarla maça gidiyordu.
Ellerini bagaj dolaplarına iştahla vurarak ve ses tellerini hayli zorlayarak, bir kadına hiçbir zaman bu kadar yüksek sesle söylemediklerini tahmin ettiğim sevgi sözcüklerini takımları için haykırıyor; hasımlarına saydırmadıklarını sandığım en yaratıcı küfürleri rakipleri için sıralıyorlardı:
En popüleri şuydu:
“Bir sevdiğim olsa...
Sarı saçlı olsa...
Real Madrid’li olsa...
Bir sevsem akıllansa...”
Rakip Real Madrid olsa da marşta onun yerine çoğunlukla “Fener”in konduğunu, “sevsem” bölümünün (18+)’e uygun şekilde ifade edildiğini tahmin edersiniz.
Binlerce taraftar uçaklarda çocuklar gibi şendi.
Binlerce taraftar o gün Real Madrid’e yenildi.
Sarı-Kırmızı Madrid
Oysa her şey pek neşeli başlamıştı. Madrid sokakları önceki geceden itibaren Türk bayrakları ve GS flamalarıyla dolmuş, ekonomik krizin etkisini her köşede hissettiren Madrid, kente gelmesi beklenen 30 bin Türk’e hazırlanmıştı.
Meydanlardaki Real Madrid mağazalarında sırtında “Hakan Şükür” yazılı (yeni bir starın zamanı gelmemiş mi?) GS forması satılıyordu.
Ulusal kimliği geçti
Sokaklar, lokantalar, barlar Türk kaynıyor, hediyelik eşya satan bir dükkanın yaşlıca sahibi, “Sizinkiler pek hırslı, bizimkiler şımarıp gevşerse işimiz zor” diyordu.
Bir Barcelonalı ise “Galatasaray için dua edeceğiz” diye gülümsüyordu.
Futbola bakınca taraftarlığın milliyetçiliğin önüne geçtiği çok net görünüyor.
Geçen hafta da İstanbul’da Türkiye-Macaristan maçını izledim; milli takım seyircisinin, kulüp taraftarı yanında ancak fısıltıyla tezahürat yaptığını söyleyebilirim.
Milli heyecan, büyük ölçüde sönmüş görünüyor.
Buna karşın kulüp aidiyeti günden güne büyüyor.
Önceki gece de bir “Türk” takımı ile “İspanyol” takımı maç yapmadı sahada; (zaten Türk takımındakilerin pek azı Türk’tü; buna karşın İspanyol takımındaki bir oyuncu Türk’tü); Galatasaray ile Real Madrid’in maçıydı bu...
O yüzden Fenerliler Madridliydi; Barcelonalılar Galatasaraylı...
Takım tutkusu, ulusal kimliğin önündeydi. Bir futbol yetkilisi, bu tavrın ekonomik nedenini açıklıyor:
“O kupayı kaldırmak rakibinize 10 milyon euro kazandırır. Kimse rakibi böyle bir güce kavuşsun istemez.”
Bernabeu’ya giren Truva atı
Maçın yorumunu üstatlara bırakıp yine seyirciden devam edeyim:
Skordan daha şaşırtıcı olan, Santiago Bernabeu’daki Galatasaraylı işgaliydi.
Savaş yıllarında yapılmaya başlanan ve 3 yılda tamamlanan 85 bin kişilik bu görkemli stat, maçın başlamasına 15 dakika kalana dek, Türk Telekom Arena görünümündeydi.
Türklere sınırlı bilet satılmasına rağmen, biraz da “bilet+uçak+otel” pazarlayan turizm şirketlerinin uyanıklığı sayesinde Real Madridli kılığında bilet alan Türkler, Truva atı gibi stada girmiş, tribünlerin her köşesine Galatasaray ve Türkiye bayraklarıyla yerleşmişti.
Muhtemelen ilk kez o statta bu kadar gür sesle “Dağ Başını Duman Almış” marşı söylendi. Maçtan yarım saat öncesine kadar statta sanki sadece Türkler vardı. Bir ara İspanyollar gelmeyecek sandık.
Ama son anda geldiler, stada yerleştiler.
Ve biz nicedir unuttuğumuz bir nimeti, rakip taraftarla bir arada maç izlenebilen dönemleri hatırladık yeniden...
Küçük itiş kakışlara rağmen İspanyol seyirci, takımını coşkuyla destekleyen Galatasaraylıları hoşgörüyle “hazmetti”.
Üstünlüğünü tribünde değil, sahada gösterdi.
“Başarılar gelir geçer...”
Sadece Türkiye’den değil, ağırlıkla çevre ülkelerden gelen ve gün boyu Madrid sokaklarında gruplar halinde marşlar söyleyerek gezen Galatasaraylılar, statta kendisinden 4-5 kat fazla olan Real Madridlilerden çok daha ateşliydi; bu kesin.
Hatta bu “ateş”, bir ara meşalelerle tribünü yakıyordu neredeyse...
Lakin tezahürattaki cevvaliyetimizin ve küfür üretmedeki yaratıcılığımızın sahaya yansımadığı da bir gerçek.
Sonuçta FİFA’nın tanımıyla “20. yüzyılın en büyük kulübü”, sahada daha çok koştu, daha iyi oynadı ve kazandı.
Onları yenmeye çocuklar gibi şen gelmiş binlerce taraftar, başı önde ayrıldı stattan...
Bizim heyetin kederini dağıtan teklif, dönüş yolunda bir spor yazarından geldi:
“Hadi bir ‘Başarılar gelir geçer’ çekelim”.
O ana kadar taziye evini andıran otobüs, bu çağrıyla bir anda kasvetinden silkiniverdi; yaşlı çocukların neşesi skorun utancını yendi ve teselli marşıyla ümitler rövanşa ertelendi:
“Başarılaaaar, gelir geçeeeer...
Asaletin bize yeteeeer...”
Taziye evinden düğün evine
Madrid’deki hayal kırıklığının ardından kıta aşıp Fenerbahçe’nin Lazio maçına yetiştik ve adeta taziye evinden düğün evine geldik. Barnabeu’da Galatasaray ile yaşayamadığımız sevinci Şükrü Saraçoğlu’nda Fenerbahçe ile tattık. Real Madrid seyircisi ne kadar heyecansız ve sönük ise Fenerbahçe seyircisi o kadar tutkulu ve canlıydı. Alkışla ıslığı maç boyunca gazla fren gibi kullandılar.
Her kritik pozisyonda toplu atan bir kalp gibi çarptı stat... Top iki kez direğin yanağını okşadığında o kalp duracak gibi oldu. 78. dakika gelip de top penaltı noktasına dikildiğindeki kitlesel spazm, görülmeye değerdi. Webo’nun vuruşu, gole açıkmış taraftarda ramazan topu etkisi yaptı. Ve o gol, arkasından başlayan galibiyet iştahının başlama vuruşu oldu adeta...
Fenerbahçe Madrid’de bozulan morallere ilaç gibi geldi. 24 saat arayla iki çeyrek final maçında iki Türk takımını izleyince, ilkinin yenilgisinden sonra ikincinin zaferini görünce, hele de Lazio’nun faşizmle özdeşleşmiş tarihçesini bilince, gururlanıyor insan...
Darısı İngilizlere karşı yarı finale...